Mahmud Derviş
ile
Bir Söyleşi Gibi…
Selahattin Yıldırım
Tenhada Kalmayı Tercih
SY: Çok zengin , hareketli ve ilginç bir hayatınız olmasına rağmen-sığınmalar,göçler, sürgünler, hapisler, yoğun seyahatler, sık sık alan değiştirmeler, kapsamlı okumalar, kültürel ve siyasal sorumluluklar, önemli dostluklar, ciddi aşklar, büyük kayıplar, binlerce insana yazı ve dinleti ile seslenmeler v.b- bugüne dek, otobiyografik yazıma sınırlı bir yer ayırmışsınız.
Bu suskunluk neden? Otobiyografik yazımı sevmiyor musunuz? Yoksa bundan çekiniyor ya da sıkılıyor musunuz? Ya da Ibn Arabi gibi “varlığınızı yokluğunuzda mı” arıyorsunuz? Köşede, tenhada mı kalmayı tercih ediyorsunuz?
MD: Bana göre, okuru asıl ilgilendiren şiirde, şiirin kendisinde ne bulduğudur. Sanırım bu diğer yazım biçimlerinde de böyledir.
Bugüne dek, otobiyografi yazmayı düşünmedim. Bunun pek ilginç olacağını da sanmıyorum… Bu konuda herhangi bir korku ya da çekinmem yok. Ben her şeyi ortada olan, şeffaf biriyim. Sırrım yok. Sırsızım. Ne yakınmayı ne de övünmeyi severim.
Otobiyografi; zaman zaman, belki de kaçınılmaz olarak, övüngenliğe, şişinmeye ya da aşırı yergiye dönüşüyor.
Bir Olağan Hüznün Güncesi ve Unutmak İçin Hatırlama adlı eserlerimde hayatımın bazı duraklarına yer verdim.
Ayrıca, kişi olarak ortalıkta, ışık altında, sahnede bulunmayı (görevin getirdiği zorunluluklar dışında) sevmeyen biriyim. Tenhayı, gölgeyi tercih ederim. Orada rahat ederim. Varlığımla yokluğumun iç içe olduğunu düşünüyorum.
SY: Atı Neden Yalnız Bıraktın ve Duvara Ait (Cidariyye) başlıklı şiir kitaplarınız bir tür “şiirsel otobiyografi” olarak değerlendirilebilir mi? Ayrıca sizinle yapılan kapsamlı söyleşilerde hayatınıza dair belirli bilgiler var. Buna katılır mısınız?
MD: Adı geçen şiirlerde otobiyografik öğelerin yer aldığı doğrudur. Ama bu kısmidir ve şiirin yapı ve akışına uygunluk içinde bir yeralmadır.
Otobiyografi; türü, dili, yaklaşımı itibariyle tamamen başka bir yazım biçimidir. Ben, kendimi şiirle ifade etmeye adadım. Varlığımın anlamını da, büyük ölçüde, şiirde arıyorum.
Benimle yapılan söyleşilerde hayatım hakkında bir hayli bilginin benden koparıldığı doğrudur.
Bakalım ikimizin bu macerasında başıma neler gelecek!
Al-Nakba/Büyük Felaketle Başlayan Sürgün
SY: Bir söyleşinizde: “Tüm yazdıklarım yaşanmış tecrübelerden doğdu” diyorsunuz. Bundan cesaret alarak sizden çocukluk, gençlik ve sonraki hayatınız hakkında biraz bilgi alabilir miyim?
Sizin de kökeniniz, bir çoğumuz gibi, “nazik kalpli köylüler”den galiba. Aynı adlı şiiriniz de resmettiklerinizden:
“Biz de ağlarız, düştüğümüzde dünyanın kenarına…”
Dikmez rüyalarımız gözünü diğer insanların üzüm bağlarına
Bizim de gizemimiz olur battığında güneş…
Adlarımız, günlerimiz gibi hep aynıdır, Tatmin eder bizi bir türkü”...
Ve Bu Yolda Bir Başka Yol’da:
“Çok güller atmak zorunda kalacağım
Celile’de bir güle ulaşabilmek için” diyorsunuz.
Örneğin, “1948 Filistinliliği”, Al-Nakba (Büyük Felaket) dan başlayabiliriz.
MD: Peki, neden olmasın… Celile’nin Birwa köyünde 13 Mart 1942’de dünyaya geldim. Altı yaşımda (1948) “sığınmacılık” (laayi) ve “sürgün” ile tanıştım.
1948’de topraklarımız İsrail işgaline uğrayınca ilk olarak Lübnan’a sığındık. Küçük sayılabilecek yaşıma rağmen, bu kabusu çok iyi hatırlarım.
Bir süre sonra kendi ülkemize “Sızmacı”(!)(mutasallil) olarak döndük. Köyümüz haritadan silinmişti. Dar al-Assad’a yerleştik.
Bu kez bize “sığınmacı” sözcüğü uygun bulundu. Ülkeye “yasadışı”(!) sızdığımız için bize ilginç bir sıfatla oturma müsaadesi verildi: Artık “mevcut-namevcut” (var-yok) olduk. Yani fiziksel olarak vardık, fakat hukuken yok sayılıyorduk.
Tüm mal ve mülkümüze (pek olmayan) el konuldu ve kendi ülkemizde “mülteci” olduk. Bu durum şimdi bile pek değişmiş sayılmaz…
Hayfa Yılları
SY: Hayfa yıllarınız nasıl geçti? Eserinizde oraya bir hayli göndermeler var. Eğitim, iş, siyasal ve şiirsel hayatınız nasıldı? İlk büyük aşkınızı da Hayfa’da yaşadınız galiba?
Karmil’in İnişi şiirinizde:
“Hayfa Taşlarında yuva yapmış
bir tarlakuşunun üstündeki bir damla su
denktir tüm denizlere
Ve yıkayıp temizleyebilir işleyeceğim
Tüm hataları” diyorsunuz
MD: Ailem bir başka köye nakledildi. Ben Hayfa’ya geçtim ve on yıl kadar orada yaşadım. Orada hem okudum, hem çalıştım, hem güzel dostlar edindim, hem de ilk büyük aşkıma düştüm.
Şiirler yazdım.İsrail Komünist Partisi’ne yakın Al-İttihad gazetesinde ve Al-Cedid dergisinde redaktörlük yaptım. Statüm ve etkinliklerim gerekçesiyle “kentten ayrılma yasaklı” sıydım. 1967-70 yılları arasında da “ev hapsinde”ydim. Her yıl belirli süreler içinde, her hangi bir yargı kararı olmadan, hapse atılıyordum.
1970 yılında Hayfa’yı terk etme kararı verdim. Kuşkusuz kolay verilen bir karar değildi. Bir daha dönemeyeceğim bir mekan ve geçmişten kopuyordum.
Moskova Günleri
SY: Sanıyorum ilk yabancı durağınız, Sosyal Bilimler Akademisinde okumak üzere gittiğiniz, Moskova oldu. Neden Moskova? Moskova’yı o dönemde nasıl buldunuz? Beklentilerinizle ne ölçüde örtüştü?
Moskova gerçekten “yoksulların cenneti” miydi? “İdeal kent” miydi?
MD: Bunların tam bir çözümlemesini yapmak kolay değil. Ama, Hayfa’da yaşarken İsrail Komünist Partisi’ndeki etkinliklerde yer almam; sosyalist düşünceye olan yakınlığım; başka bir ülkeye gidebilmenin olanaksızlığı gibi gerçekler, bu seçimi yapmamı etkilemiştir sanırım.
Moskova’daki hayatıma gelince: Orada gerçek bir evim olmadı (Nerede oldu diyeceksin!). Üniversite kampüsünde küçük bir odada kalıyordum. Kentin tarihi ve kültürel zenginliklerini bir ölçüde tattım.
Biraz Rus’ça öğrendim. Zaten toplam bir yıl geçirdim orada. Rusya’da, Moskova’daki halkın hayatını, katlanılması oldukça zor bir hayat olarak gördüm. Moskova’nın “yoksulların cenneti” olduğu iddiası, büyük ölçüde bir yanılsamaydı. “İdeal kent” savını da orada yitirdim.
Bizim hayallerimiz, ideallerimiz, Sovyetik söylem ve Sovyetler gerçeğiyle, bir ölçüde yüzleşebildim orada.
Moskova’da yoksulluğun yanı sıra, beni en çok etkileyen insanların gözlerindeki korku ve yaşadıkları öz-güven eksikliğiydi.
Fakat tüm bu tecrübe beni insani, özgürlükçü, yaratıcı, dayanışmacı bir toplumculuk inancından hiçbir zaman koparmadı.
Kahire ve Nil Durağı
SY: Bir sonraki durağınız olan Kahire hayatınızı ve şiirinizi nasıl etkiledi? Orada kimlerle karşılaştınız? Ne iş yaptınız? Nasıl bir kentti Kahire o günlerde? Nil nehri sizi çok mu etkiledi?
Mısır’da şiirinizde:
“Mısır’da asla aynı değildir saatler…
Her dakika bir anıdır Nil kuşlarının yenilediği.
Oradaydım…
Nil’in oğluyum ben-bu ad yeterli benim için…”
Diyorsunuz.
Ünlü şiiriniz “Sirhan Kahvesini Kafeteryada İçer”i orada mı yazdınız?
Çok sevdiğinizi bildiğimiz, “Doğu’nun Yıldızı”, dostlarının “Thuma”sı, Mısır halkının “La Dame”ı ya da “Dördüncü Piramid”i olan ve “gerçek sanatçı kendi sahihliğiyle, otantikliğiyle gurur duyandır” diyen Ummi Gülsüm ile karşılaştınız mı?
MD: Kahire’ye varışım hayatımın önemli basamaklarından biriydi. Öncelikle, bir daha İsrail’e dönememe, dönmeme kararı veriyordum. Kolay verilebilecek karar değildi kuşkusuz. Başlangıçta oldukça tedirgindim.
Ancak, Kahire’de sabah uyanıp karşımda muhteşem Nil’i görünce ve kısa bir süre sonra kulaklarım, anadilim Arapça ile dolunca birden kendime geldim.
Muhammed Heykel beni Al-Ahram’ın yazarlar kulübü üyeliğine önerdi. Necip Mahfuz ve Yusuf İdris ile aynı büroyu paylaşıyorduk. Onlarla sıcak ve beni bir hayli geliştiren bir dostluk yaşadım. Necip Mahfuz’un çalışma disiplini ve ciddiyeti beni çok etkiledi.
Orada ayrıca diğer birçok yazar, sanatçı ve müzisyenle karşılaştım. Büyük üzüntüm Taha Hüseyin ve “meftun”u olduğum Ummi Gülsüm’le karşılaşamamamdır.
Şiirim de evrilmeye başladı orada.
Evet. “Sirhan Kahvesini Kafeteryada İçer”i orada yazdım. Bu şiir ilk kez Al-Ahram’da yayımlandı.
Kahire bir kent olarak, tüm karmaşasına rağmen, Arap dünyası için hep çekici ve ilginç bir odak oluşturmuştur. Tarihsel, kültürel ve insani zenginlikleri çok bol olan bir kenttir.
Yıkıntıların Geometrisi Beyrut
SY: Büyük bir “özlem” beslediğiniz, hatta “hastası” olduğunuzu söylediğiniz, Beyrut Kasidesi’nde “Mermerden nergis taştan kelebek… İlk kadının tasviri… Feyruz’un sesi… Yıkıntıların geometrisi… Denizin ve ölülerin mantosu… Yıldızlara ve çadırlara çatı…” olarak dillendirdiğiniz Beyrut’ta nasıl bir yaşantınız oldu? “Beyrut bizim çadırımız Beyrut bizim yıldızımız” dediğiniz bu kentin şiirinize etkisi ne oldu? Hangi şiileriinizi orada yazdınız? Eşsiz Beyrut Kasidesi’ni, Beyrut sonrası yazdınız, değil mi? Kimlerle birlikte oldunuz Beyrut’ta?
MD: Beyrut’ta 1972-1982 yılları arasında on yıl geçirdim. Bu kente karşı duyduğum bağlılığın, sevdanın gerçek nedenlerini pek izah edemiyorum…
O dönemde Beyrut, birbiriyle çatışma içinde, ama bir arada yaşayan bir çok edebi, entelektüel ve siyasal akımları içinde barındırıyordu. Bunların bir labaratuarıydı. Çok canlı ve dinamik, renkli bir kentti.
Maalesef, ben oraya yerleştikten bir süre sonra “iç savaş” patladı. Bu durum beni hem kişisel, hem de sanatsal olarak olumsuz etkiledi. Kan, bitmeyen yıkımlar ve gözyaşları, ardı arkası kesilmeyen bombalamalar, bir çok dostun kaybı, sevgisizlik, nefret, kuşku, çaresizlik… şiirimdeki evrimi duraksamaya uğrattı, bloke etti.
Bu dönemde yazabildiğim en kayda değer eser: Böyleydi Onun İmajı ve Böyleydi Aşıkların İntiharı’dır.
Beyrut’ta, Faiz Ahmed Faiz, İbrahim Marzuk, Ahmad Az-Zattar, Ghasson Kanafani, Ikbal Ahmed ve E. Said gibi dostlarımla belirli aralıklarla karşılaşıyordum.
Beyrut Kaside’sini Beyrut’tan sürüldükten sonra yazdım. Bu eser, belirli mesafe ile o dönemdeki kuşatma altında olan Beyrut’u merkez alır kendine.
SY: Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, Al-Karmel dergisini kurdunuz ve yönettiniz. Ayrıca, Filistin Araştırmaları Merkezi’nin Shu’un fılistiniyye’sini yönettiniz değil mi?
Çok tartışılan bir konu olan, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Lübnan’daki varlığını o zaman nasıl değerlendiriyordunuz?
MD: Evet, Al-Karmel ve Shu’un fılistiniyye’yi Beyrut’ta yönettim. Bu girişimler, paradoksal bir biçimde, olumlu olarak sayabileceğim işlerdir.
FKÖ’nün, Filistinlilerin Lübnan’daki varlığına gelince: Kendilerin savunmaktan ve yok edilmeye karşı direnmekten başka amaçları olmamasına rağmen, bu konumu başlangıçtan itibaren hep sorguladım.
Bence Devlet içinde bir tür “Devlet” konumunda bulunmak bizim önemli hatamızdı.
Şam’da Kim Olduğunu Bilmek…
SY: Beyrut’tan nasıl, nereye doğru, hangi rüzgara ve denize doğru yola koyuldunuz ya da savruldunuz?
Bildiğim kadarıyla siz Filistin Yönetimi ve refakatçileri ile birlikte ayrılmadınız. Daha sonra, büyük insanlık ayıbı Sabra ve Şatila katliamlarından sonra, Suriye, Şam üzerinden ayrıldınız. Bu doğru mu?
Şam’da şiirinizde:
“Şam’da biliyorum kim olduğumu kalabalık içinde…
Ben kendimim Şam’da,…
Ne benzerim, ne de hayaletim gibi”
diyorsunuz.
MD: Evet, doğru. Ben bir süre daha Beyrut’ta saklı kaldım. Karma karışık hisler içindeydim. Ne kalmanın koşulları vardı, ne de bir gemiye sıkıştırılıp kovulmaya gönlüm razıydı. Fakat Sabra ve Şatila kıyımları artık orada sonun geldiğini gösteriyordu. Bazı dostlarımın yardımıyla Şam’a geçtim.Oradan da kısa bir süre sonra ayrılarak Tunus’a doğru açıldım.
Tunus Seferi ve Tunus
SY: Tunus’taki ilk izlenimleriniz neydi? Yüksek Gölge’ye Övgü ve Denizin Övgülerinin Kuşatması şiirlerinizi Tunus seferiniz sırasında mı yazdınız?
Teşekkürler Tunus şiirinizde:
“…Tunus’ta kalışım iki safın arasındaydı:
Buradaki ne evim ev gibi
ne de sürgünüm sürgün gibi”
diyorsunuz.
MD: Tunus yolunda ve Tunus’a varışımda dramatik, hazin bir görüntüyle karşı karşıya kaldım. Tüm Filistin başkaldırısı, devrimi, başta Başkanı Arafat olmak üzere, deniz kenarında bir otele sıkıştırılmıştı. Herkesin gözünde, yüzünde büyük bir acı, kuşku ve belirsizlik. Dudaklar suskunluğa gömülmüş…
Bununla birlikte, Arafat büyük bir hızla FKÖ’yü tekrar toparladı. Bana da: “ Mahmud, Al-Karmel dergisini sürdür, lütfen” dedi. Ben de: “Nerede ve nasıl” diye sorduğumda; cevaben: “Nerede istersen, burada Tunus’ta, Kıbrıs’ta, Londra’da, ya da Paris’te” dedi.
Ben de kendime Paris’i yeni istasyon olarak belirledim. Tunus, Kıbrıs, Paris arasında mekik dokuyarak çabalarımı sürdürmeye yeniden başladım ve şiir yazmaya devam ettim.
Paris’te Sürgün Şairlik
SY: Paris’te on yıla yakın (yoğun seyahatleriniz yüzünden kesintili olan) bir süreyi geçirdiğinizi biliyoruz. Paris sizi nasıl etkiledi? Size ve şiirinize neler kattı, neler götürdü sizden?
Paris’te “sürgün bir şair olmak” nasıl bir “hal” idi?
MD: Anlayabildiğim kadarıyla, Paris benim şair olarak ciddi bir dönüşüm yaşamama, bir tür yeniden-doğumuma önemli katkılarda bulundu. 1980’li yılların ortalarından itibaren Paris’te yazdığım şiire büyük önem veriyorum.
Paris, kent olarak, şiire ve yaratıya dönük çok uygun bir ortam oluşturdu benim için. Hatta, o pek kimsenin sevmediği, iklimi bile iyi geldi bana. Paris, öncelikle, kendime, dünyaya ve eserime biraz daha uzaktan, belirli bir mesafeden bakmak olanağı sağladı bana.
Sonra; Paris, o dönemde, büyük ölçüde göçmen, sığınmacı ve sürgün şair, yazar, sanatçı ve düşünürlerin kentiydi.
Böyle bir ortamın getirdiği olanaklar, yarattığı etkiler yadsınamaz sanırım. Daha genele, evrensele yaklaşabilme şansınız artıyor, doğallıkla.
FKÖ Yürütme Kurulu üyeliğim yanı sıra ( ki bu daha çok sembolik bir konumdu ve oraya, benim yokluğumda ve bana danışılmadan, seçilmiştim) Paris günlerime ait şu eserlerimi sayabilirim:
Azalan Güller, Bu Bir Şarkıdır, Onbir Yıldız, İstediğimi Görürüm, Atı Neden Yalnızlığa Terk Ettin, Yabancının Yatağı (ilk versiyonu), Unutmak İçin Hatırlama…
Direnme ve Direniş Şairliği…
SY: Bu dönemde sizin “direnme” ve “direniş şairi” olma kavramlarında da değişim ve dönüşüm yaşadığınız anlaşılıyor. Bu doğru mu? Bu değişime kısaca değinebilir misiniz?
MD: Evet bu değişimi yaşadım. Bu değişimin özünde şu vardı: direnmek, ille de, bir şeyle sürgit kavgaya tutuşmak değil. Direnmek, paylaşmak, aşk, güzellik, hakçalık, doğanın ve evrenin kutsallığına saygı gibi değer ve duyguların sürekli, yılmadan savunulması ve gündemde tutulmasıdır daha çok.
Şair, özel bir davayı savunuyor olsa bile, son tahlilde, o da diğer varlıklar gibidir: Sever, hastalanır, düş görür, yenilginin, kaybın acısını çeker, ölüm önünde zaferinden zevk alır…
Halkının Yanında, Onun Kaderini Paylaşma: Ramallah ve Koşulları
SY: Şimdilerde Filistin-Ramallah ve Ürdün-Amman’da yaşıyorsunuz. Paris’ten sonra, ve özellikle ciddi sağlık sorunlarınıza rağmen, bu karara varmanız nasıl oldu? Ramallah’ta huzurunuz nasıl? Sürekli baskın, kuşatma ve belirsizlik hali yazarlığınızı nasıl etkiliyor bu kez?
MD:Kolayca anlaşılacağı gibi, ülkemden ayrılırken olduğuna benzer biçimde, oraya dönerken de bu kararı vermek oldukça güçtü. Nereye dönüyordum? Gerçek ülkemin her yanı kuşatılmış, duvarlanmış küçücük bir parçasına. Ve çok ağır yaşam koşullarına ve sürekli istila tehditi ve uygulamalarına…
Kendimi bir süre sorguladıktan sonra, Paris’teki göreceli olarak rahat hayata, malum sağlık durumuma rağmen, halkımın yanını, onun kaderini paylaşmayı seçtim. Bundan hiçbir pişmanlık duymuyorum. Aksine onur duyuyorum.
Ramallah’a gelince: Yaşama ve çalışma koşulları çok ağır ve stresli. Biraz da bu nedenle, oraya yakın Amman’a, zaman zaman, giderek biraz sükunet, mesafe ve yazabilme olanağı sağlamaya çabalıyorum.
Aziz İstanbul
SY: İstanbul şehri size ne diyor?
MD: Bizim geldiğimiz gelenek ve kültürde İstanbul’un çok özel bir yeri vardır: Mekke “mükerrem” (saygıdeğer), Medine “münevver” (aydınlatılmış), Kudüs “şerif” (şerefli), İstanbul da “aziz” olarak nitelendirilir.
İstanbul çoğumuzun rüyalarının kentidir. Ve buna da bütünüyle layıktır.
Ayrıca, İstanbul tüm uzun tarihi boyunca büyük düşünür, sanatçı, edebiyatçı ve özellikle şairlere yuvalık yapmış, onları beslemiş ve esin kaynağı olmuştur. Bir çok değişik uygarlık, kültür ve inançlar dünyasına kucak açmış, onlar arasında sağlam bir köprü oluşturmuştur. Ve görebildiğim kadarıyla bu rolünü devam ettirmektedir.
Maalesef bu güzel kenti iyi tanıyabilecek kadar vakit (ya da sürgün!) geçirmedim burada. Ama hep içimde hissettiğim bir kent olmuştur İstanbul.
İstanbul’a duyduğum bu yakınlığa, kuşkusuz:
“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Kubbeli, çınarlı mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın”
Diyen büyük usta Nazım Hikmet’in bu kente duyduğu sevda ve hasretin de önemli bir rolü olmuştur.
Bu Dünyada Müslüman Kökenli Olmak?
SY: Bu Dünya’da Müslüman kökenli olmak, özellikle Filistin’li Arap olmak nasıl bir insanlık durumu? Ne tür bir ruh hali? “Çilekeşliğin büyük ustası olarak” siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
MD: bu Dünya’ya bizim dünyamızdan gelmek ve orada varolabilmek, çok yönlü, çok boyutlu ve katmanlı, karmaşık ve zorlu bir durum, kuşkusuz.
Öncelikle, bir bireysiniz ve birey olarak tekil değilsiniz. İçinizde bir çok birey taşıyorsunuz.
Bir yandan, bir toprağa, kültüre ve geleneğe bağlılığınız var ve, eş zamanlı olarak ta, tüm dünya insanlığına ve evrenin tümüne aitsiniz.
Diğer yandan, Müslüman kökenli “Arap”sınız. Her zaman “yabancı” ve “öteki”siniz. Kim olursanız olun, ne yaparsanız yapın, bu hal başkalarının tasavvurunda ve gözünde pek değişmez…
Ayrıca, “Filistinli”siniz: Toprağınız, kimliğiniz, hatta ekmeğiniz elinizden alınmış, onurunuz zedelenmiş, kendi ülkenizde “sürgün”, “sığınmacı” konumundasınız. Sürekli baskı, şiddet, işgal altında, en temel haklarınızdan- özgürlük, adalet, barış içinde yaşama, hiçbir ayrımcılığa hedef olmama v.b. –yoksunsunuz.
Doğal olarak, tüm bunlar insana ve içinde yaşadığı topluma umutsuzluk, belirsizlik, tedirginlik, çaresizlik ve yoksunluktan başka fazla bir şey sunamaz.
Aslında, biz Filistin’liler, bir tür 1948-Al-Nakba (Büyük felaket)sının uzantısını yaşıyoruz, dünyanın aldırmaz gözleri önünde…
Ne yapılabilir bu durum karşısında? Bize kalan iki seçenek var: “Hayat ve gene hayat”. Direnme sadece bir hak değil, aynı zamanda bir görev, sorumluluk. Direnmenin daha insani ve etken yollarını aramak ve bunu dünya insanlığı ile paylaşmaktan başka çıkış yolu göremiyorum.
Aile…
SY: Biraz da aileniz hakkında konuşabilir miyiz? Eserlerinizde, özellikle şiir (ünlü Anneme ve Huriyye’nin Dersleri vb.) ve söyleşilerinizde anneniz Huriyye hanım ön planda duruyor. Annem’e şiirinizde: “Ekmeğini özledim annemin,/ Kahvesini annemin,/ Okşamalarını annemin” diyorsunuz.
Annenizin o “çok sevdiğiniz kahvesini” en son ne zaman ve nerede içebildiniz?Anneniz : “İnanma hiçbir kadına annenden başka” diyor.
Babam şiirinde: “Yurdu olmayanın mezarı da yoktur” dedirttiğiniz babanız Selim beyle ve dedenizle aranız nasıldı?
MD: Tarih boyunca çok sayıda “babalarımız” oldu, çok babalar gördük. Fakat annemiz tek ve biricik olmuştur. Anne tarihsel ve fiziksel sürekliliğin canlı simgesi; temsilcisidir. Anayurt’a bağlılık ta buna benzer aslında.
Ben kırsal kökenli biriyim. Babam, temelde, bir “toprak insanı”ydı. Tüm emeğini, uğraşını ve endişelerini küçücük bir toprak parçasına, mevsimlere, ve elde edebileceği ürüne odaklamıştı. Sabah çok erken kalkıp evden ayrılır ve gece geç dönerdi.
Babam çok sakin, utangaç, barışçıl, kendi halinde biriydi. Asla söylenmez ve homurdanmazdı.
Anneme gelince: O çok güzel bir kadındı. Zaten adı Huriyye de “su perisi, su kızı” anlamına gelir. Komşu köyün muhtarının kızıydı. Babamla birbirlerini görmeden evlendirilmişlerdi.
Annem güçlü bir karaktere ve keskin bir dile sahipti. Evi o yönetirdi. Babama karşı bir miktar otoriterdi. Bu “despotik”, buyurgan yanını asla sevmedim. Babam ile derin karakter uyuşmazlıkları vardı. Tartışmalar, kırgınlıklar, küsmeler pek eksik olmazdı evimizde.
Çocukluk dönemimde, annemi sert, biraz acımasız ve öfkeli bir kadın olarak algılıyordum. Sanki sebepsiz yere pataklardı beni! Hatta beni sevmediğine, benden nefret ettiğine inanır olmuştum.
Ancak, onaltı yaşımda ilk tutuklanışımda, onu hapishanede, karşımda metin, dimdik, cesaret verici, sevecen ve yaşlı gözlerle gördüğümde, bu konuda yanıldığımı anladım. O andan itibaren ve anneme (gerçekten ona) adadığım “Özlüyorum Annemin Ekmeğini/Kahvesini Annemin”, şiirimle, onunla ömür boyu sürecek bir sevgi, dostluk ve barışa kavuştum.
Annemdeki cesareti, derinliği, sabrı, direnmeyi, çilekeşliği ve hüznü daha sonra keşfettim.
Evet, Paris sonrası ilk “özel müsadeli” ziyaretimde annemin kahvesini, onunla birlikte içtim. Beni kapıda karşıladığında “Mahmud Derviş, Mahmud Derviş” diye heyecanla bağırmıştı. Ama kahveyi kimin yaptığını bilemiyorum. Ben mi, o mu, yoksa dostlarımız mı?
Sanki başka bir zamandaymışım gibi hissettim kendimi… Daha sonra annem beni geride bıraktığım kitaplığıma yönlendirdi. Aynen bıraktığım gibi mükemmel korunmuştu.
“Annem’den başka” kadınlara da “inandım”. Bu konuda annemle aynı düşüncede değilim.
SY: Annenizin “favori” çocuğu olduğunuzu biliyoruz!
MD: Evet, ama bu, benim özel yada değerli oluşumdan değil, hep uzakta, gurbette, sürgünde oluşumdan olsa gerek.
Filistin’li Kadınlar ve Anneler
SY: Uzun yıllardan bu yana “Filistin’li annelerin ve kadınların” bitmez tükenmez kayıplar ve çileler karşısındaki abidevi direnişlerine ve duruşlarına tanık oluyoruz. Hiç bitmez mi bu kadınların sabrı ve gücü?
MD: Bu özellik sadece Filistinli kadınlara yada annelere özgü bir şey değil. Kadınlar, her zaman ve mekanda tarih boyunca ve bugün de bu güç ve direnci, kapsayıcılığı elden bırakmamıştır. Bu onlarda fıtri, doğuştan gelme, dişillikten gelme bir nitelik olsa gerek. Bu özelliği, doğadaki diğer dişil varlıklarda da görüyoruz.
SY: “Aba”sına ve “tütün kokusuna” tutkun olduğunuz dedenizi de çok sevdiğiniz anlaşılıyor. Sizi daha çok o büyüttü galiba, ne dersiniz?
MD: Evet, doğru. Dedemi çok severdim. Bana çok emeği geçmiştir. Bir çit arkasında hapsedilmiş bir toprağa sabitleyerek bakışın göçtü bu dünyadan. Dedem güneş batışlarını, mevsimleri… sayarak öldü. Düştü, bir dala yaslanması yasaklanmış, olgun bir meyve gibi. Yokettiler kalbini…
Kendini Konumlandırma
SY: Siz kendinizi, hem kişiliğiniz hem de şiiriniz açısından (annenizin güçlü, kararlı, sert ve hüzünlü ve babanızın utangaç, mülayim, çekingen karakterleri karşısında) nerede konumlandırıyorsunuz?
MD: Ben annemin gücü, direnci ve hüznü ile babamın utangaç, çekingen dünyasının bir karışımıyım sanırım: Eş zamanlı olarak, hem çekingen hem güçlü. Bunu hem özel hayatımda hem de işimde, çabalarımda gözlüyorum.
Şiirim, belki de, bir ölçüde annemin hüzünlü ve dilsiz, konuşmayan konuşmasından doğmuştur.
Ev ve Kendini Ev’de Hissetmek
SY: Olağan ve tipik bir “ev” hayatınızın olmadığını biliyoruz. Gene de sormak istiyorum. Şimdilerde “ev” sizin için ne anlama geliyor. Bu çağda “evde olmak”, “kendini evde hissetmek” olanağı var mı sizce?
MD: Ev, benim için kendi kendimle yalnız kalabilmek demek. Aynı zamanda kitaplar, müzik ve beyaz kağıt ve kalem demek. Bir tür dinlenme odası; zamanı daha iyi, derinlemesine ve etkinlikle kullanabileceğim bir mekan.
Belli bir yaşa geldiğinizde, önünüzde pek fazla zaman kalmadığını fark ediyorsunuz aniden. İtiraf etmeliyim ki, daha çok görev nedeniyle çıktığım, seyahatlerde ve sosyal ilişkilerde çok değerli zamanlarımı kaybettim.
Bu günlerde, kendime en yaraşır gördüğüm şeylere: Okumaya, yazmaya, müzik dinlemeye, yakın dostlarımla sohbete odakladım kendimi.
“Kendini evde hissetmek” konusuna gelince: Bu, bir çoğumuzun bildiği gibi, bir tür, “yerine getirilmesi olanaksız bir görev”. Ve asla üstlenilmemesi gerekli bir konum…
Dört Kişisel Adres
SY: Çok bilinen ve beğenilen bir şiirinizde Dört Kişisel Adres’e vurgu yapıyorsunuz: “Benim özgürlüğüm… hapishane hücremi genişletmek ve kapının şarkısını sürdürmektir. Kapı kapıdır, yoktur kapının kapısı ve gene de kendi içimde çıkabilirim dışarı” dediğiniz “Bir Metrekare Hücre”; “Son dakikanın aşıkları.İstasyonun ışıkları… Bize ait olmayan efsaneler. Buradan çıkar yolculuğa . Nerede şarkıların masum kızları” dediğiniz “Trende Bir koltuk”; “ Kalbimde bir çok flüt yırtıyor göğsümü. Düşen kar gibi terim. Ey kalp! Nasıl aldatabilirdin, rüzgar seven bir atı” dediğiniz “ Bir Yoğun Bakım Odas”ı; ve “ Selam olsun aşka, geldiğinde ve göçtüğünde ve otellerde aşıklar değiştirdiğinde” dediğiniz “Bir Otel Odası”;
Neden bu adresler?
MD: Bu mekanlar, hayatımın önemli bir bölümünün geçtiği yerler, yada yaşandığı duraklar. Diğer bir deyişle “kişisel adreslerim”. Bunca yıldır toprağından, evinden, insanından uzakta yaşamak zorunda kalmış, yersiz yurtsuz bireylerin başka hangi kişisel adresleri olabilir ki?
Ayrıca, bu adresler beni ben yapan yerler… Verdikleri türlü cefalara, adlarının yarattığı ilk ürküntüye rağmen;
sefa da veren; insana, insanileşmeye çeşitli katkılar sağlayan, onu geliştiren, olgunlaştıran duraklar bunlar aynı zamanda…
Yalnızlık Hissetme, Onunla Dostluk
SY: Bu tür bir hayat içinde, bir çok insanın hissettiği tarzda, sizi tedirginliğe sokacak bir yalnızlık duyuyor musunuz? Yoksa bu yalnızlıktan güç mü alıyorsunuz?
Cidariyat’da “Yalnızım ben bu beyaz ebediyetin dolaylarında”, diyorsunuz.
MD: Biliyorum. Bir çok insan yalnızlıktan, kendisiyle baş başa kalmaktan şikayetçi. Benim böyle bir sorunum yada derdim yok. Yalnızlığa alışkınım. Onu büyük ölçüde ehlileştirdim, ve onunla yakın,içten bir dostluk ve barış kurdum.
Bana göre, yalnızlığımız güçlü, sağlam oluşumuzu ve duruşumuzu ölçebilmemizin temel sınamalarından birisi. Kuşkusuz, insanın can sıkıntısını, iç bunalımını yenebilmesi büyük bir ruhsal güç gerektirir.
Ben, yalnızlığım olmadan, kendimi önemli ölçüde kaybetmiş hissederim. Bu nedenle, hayattan, gerçek olandan, insanlardan kopmadan yalnızlıkla iç içe yaşıyorum. Onu hep yanımda tutuyorum, bir tür “ayrılmaz parçam” olarak…
Ev ve Eve Giden Yol
SY: Burada, biraz da, genel olarak edebiyatın ve özel olarak ta şiirin, tarih boyunca işleye geldiği (Homeros’tan Basho’ya, Holderlin’e…) şu: “Ev” ve “Eve Giden Yol” sorunsalına değinebilir miyiz?
Siz hangisin önde tutuyorsunuz? Evi mi, Yolu mu? Oraya Aitim Ben’de “Tüm sözcükleri öğrendim ve parçalara ayırdım onları, bir tek sözcük çıkarabilmek için aralarından: Ev/Beyt” diyorsunuz.
MD: Bu konu, istersen bu “ikilik” beni de, hem kişisel hayatım, hem de şiirsel ve metafizik vizyonum açısından, hep meşgul etmiştir.
Benim temel eğilimim “yol”u, güzergahı kutsamaya yöneliktir. Ancak, bu ikiliği durağan olarak görmüyorum. Ben de sürekli değişkenlik içindedir bu. Kendimi “ev”imin uzağında hissettiğimde (ki bende egemen tarz bu olmuştur) ona özlemim artar. Eve dönebildiğimde de derhal “yol”a düşmek ihtiyacı duyarım.
Biliyorsun, ben hala, ne evimi ne de evimin yolunu bulabilmiş biri değilim.
SY: Gerçekten bulmak istiyor musunuz?
MD: Bundan da pek emin değilim.
Dostluk
SY: Şimdi biraz da “Dostluk” tan ve sizin yakın dostlarınızdan bahsedebilir miyiz? Shakespeare’in “Ama bir an sen aklıma gelince/ Sevgili dostum/Tüm kayıplarım giderilir/Tüm üzüntülerim sonlanır…”, dediği; W. Blake’in “Kuşun yuvası, örümceğin ağı, insanın dostları vardır” ile kutsadığı; W. Auden’in “Dostluk asla yaşlanmaz” vurgusuyla ebedileştirdiği Dost’luktan ne anlıyorsunuz?
Bu çağda (piyasa-para egemenliğinin, statü ve gösteri düşkünlüğünün, iktidar hırsı ve sevdasının, devingenliğin/kolay yer değiştirmenin, güvensizlik duygusunun, bencilliğin, paylaşma ve dayanışma eksikliğinin yoğun bir biçimde kendini gösterdiği zamanımızda) “dostluğun” pek olanaklı olmadığını, hatta imkansızlığını söyleyen ve onu anakronik bulanlar çok.
Anadolu’nun büyük halk ozanı ve sufi filozofu Yunus Emre: “Dost esriği deliliğim/Aşıklar bilir neliğim” diyor. Siz ne dersiniz?
Görürüm Uzaktan Gelen Hayaletimi şiirinizi
“Bir balkon gibi, diker gözümü bakarım arzuladığıma.
Dostlarımı görürüm, akşam pastasını getiren-şarap, ekmek, birkaç roman ve plaklar…”
başlatıyorsunuz.
Dostlar arzularınızın başında mı geliyor?
MD: Bence, dostluğun tam zamanı şimdi. İnsanoğlunun tüm tarihindeki güzel yüzü, yüceltici, onur getirici yanı, bireyler ve toplumlar arasındaki dostluktan başka nedir ki?
Hele günümüzün zalim ve giderek vahşileşen dünyasında bizleri ayakta tutabilecek ne var, dostluk olmazsa?
Ben de Büyük Yunus gibi, dost esriğiyim… Benim fiziksel, düşünsel ve ruhsal hayatıma dostluğun, dostlarımın büyük katkısı olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Hayatımı yaşanılır kılan en önemli öğelerden birini oluşturmuştur dostlarım.
Benim dostluktan anladığım: Hiçbir çıkar gütmeyen, içtenliği, paylaşmayı, dayanışmayı, eşitliği, kendine temel alan, sakin ve taraflara belirli bir mesafe tanıyan bir ilişki biçimidir.
Dostluğun, zaman, mekan ve iktidar takıntısı yoktur. Ölüm de tanımaz. Ayrılık ta.
Asıl olan dostun varlığını bilmenizdir. Ve onu olduğu gibi kabul etmenizdir.
Kuşkusuz, gerçek dostluğu, tanışıklık, iş arkadaşlığı, dava arkadaşlığı gibi bazı benzerlerinden ve diğer bir çok yapay, yapmacık birlikteliklerden dikkatle ayırmak gerekir.
Evet: Dostlarım arzularımın başında yer alanlardır.
Edward Said
SY:Dostlarımızdan konuşmaya, çok yakın dostunuz olduğunu bildiğimiz Edward Said ile başlayabilir miyiz?
Filistin’in, çok haklı olarak, onur abidelerinden biri olan, değerli düşünür, aydın, eleştirmen, bilim insanı, müzisyen, akademisyen, diller ustası, demokratik hümanizmin yılmaz savunucusu E. Said sizin için bir söyleşisinde şöyle diyor: “…Mahmud Derviş,… ’direniş şairleri’ diye adlandırılanların ilklerden biriydi. Diğer bir deyişle, başlangıçta, Filistin kimliğini, ulusal temalarını ve kurtuluşunu dillendirmişti…. ,
Arap’ça ve İbranice’si mükemmeldir. Ayrıca Fransızca, İngilizce ve Rus’ça bilir…
Derviş 1970’de ülkesinden ayrıldı.Moskova, Kahire, Beyrut, Tunus ve Paris’te yaşadı. O bir sürgün şairidir. Derviş Arap dünyasının en büyük şairlerinden biridir. Güney Asya geleneğinin büyük şairi Faiz Ahmed Faiz gibidir. Şiir dinletilerini binlerce insan izler.
Çok okuyan biridir…. Kamusal, resmi statü ve pozisyon almaktan hoşlanmaz. Oldukça içine kapalı bir insandır. Zevklerinde ve görünüşünde kozmopolitandır.
Çok üretken geçen son yirmi yılında farklı içerik ve stili olan bir şiir geliştirmiştir. Meditatif ve lirik diye adlandırabileceğim bir türdür bu…
Bir çok değişik konuda, Endülüs’ten Amerikan Yerlilerine…. varan şiirler yazmıştır. Çok boyutlu bir şairdir. Kuşkusuz bir kamusal şairdir, fakat, aynı zamanda, yoğun biçimde kişisel ve lirik bir şairdir….
Bana göre, o, kesinlikle, bugün dünyanın en iyi şairleri arasında yer almaktdır. Dili kullanma ustalığında, D. Walcott ve S. Heancy gibi Nobelli şairler ile eş düzeydedir…
Klasik Arap şiirinden, Kutsal Kitaptan (Tevrat, İncil) ve Kuran’dan, seküler bir şair olarak, pek çok imaj ve söyleyiş taşır şiirine…”
Ve Sürgün Üstüne Düşünceler adlı ünlü denemesinde, “sürgün şairliğe” en iyi örneklerden biri olarak gördüğü aşağıdaki şiirinizi alıntılıyor:
“….
Fakat ben bir sürgünüm.
Mühürle beni gözlerinle.
Al beni her neredeysen-
Al beni her kimsen…
Al beni trajedimdem bir dize gibi;
Al beni bir oyuncak gibi, evimizden
bir tuğla gibi
Böylece hatırlayacaktır çocuklarımız geri dönmeyi…”
Ne dersiniz? Sizin Edward Said’iniz nasıl biriydi?
MD: Edward Said, çok sevip saydığım, düşünceleri, duruşu ve birikiminden çok yararlandığım aziz bir dostumdu. Ve hep öyle kalacaktır.
“Filistin kökenli ve sevdalısı olmak” ortak özelliğimize rağmen, farklı coğrafi, ailevi, inançsal ve eğitimsel kökenlere sahiptik.
Ben kırsal, yoksul, müslüman ve ortalama eğitim kurumlarında, sınırlı eğitimli bir kökenden geliyordum. E. Said ise kentsel, iyi halli, hristiyan ve çok iyi okullarda eğitim almış bir kökenden geliyordu.
Ben daha çok oto-didakt, kendi kendini yetiştirmeye çalışan birisiydim, o ise mükemmel bir akademik geçmişe ve kariyere sahipti.
Ben çok küçük yaşımdan beri değişik ülke ve mekanlarda göçebe-sürgün bir hayat yaşadım, o ise büyük ölçüde ABD’de, New York merkezli yaşadı.
O iyi anlaştığı bir eşe ve çocuklara sahipti, ben ise daha çok eşsiz ve çocuksuzdum.
Tüm bu farklılıklar, çok iyi dost olmamıza engel değil, tam aksine dostluğumuzun pekiştiricisi olmuştur. Çünkü dostluk çapraz keser, ayniyet aramaz, dostu olduğu gibi kabule dayalıdır.
E. Said ile otuz yıl önce, “zamanın daha az vahşi olduğu” bir dönemde, New York’ta (Yeni Sodom) buluştuk. “Tahayyülün içtenliğine ve çimenin mucizesine güvenerek” geleceğe gitmek üzere.
Dünde bir yarın olmadığını tecrübemiz öğretmişti bize. Edward, şafak vakti uyanır, piyanosunda Mozart çalar, üniversitenin tenis kortu etrafında koşar, New York Times’ı okur, sürekli eleştirel düşünür ve yazardı.
Her zaman şık ve özenli giyinirdi. Karizmatik bir kişiliğe sahipti. Bit hayat estetiydi. Çok iyi ve ölçülü konuşurdu. Çok yönlü ve çok boyutlu yaklaşımlar ustasıydı. Duruşu dik, dili keskindi.
“Aristokratik” bir havası vardı. Onu yakından tanımayanlar, ondan biraz soğuk ve mesafeli bir kişi izlenimi alabilirlerdi. Gerçekte çok içten, sıcak, özverili ve paylaşmacı bir karaktere sahipti.
Hem Doğulu hem de Batılıydı. Doğu’nun tam anlamıyla doğu, Batı’nı tam anlamıyla batı olmadığını bilenlerdendi.
Çok dilliydi. Her iki dünyayı içine çok iyi sindirmişti. “Hem oradandı hem buradan. Fakat ne oradaydı ne burada”.
Her iktidara karşı gerçeği söyleme cesareti ve donanımı olan, hiçbir iktidar arayışı peşinde olmayan gerçek bir aydındı.
Tenezzülsüzdü. Bir çoğuldu. İçinde pek çok ‘iç’ olan. Kendini, bir çoğumuz gibi, yersiz-yurtsuz hissederdi. Farklı ve yaratıcı bir “sürgün”dü.
Kimliği, bir kale, duvar yada siper içinde hissetmezdi. Çok kimlikliydi ve bu ona çok yakışıyordu. “İnsani özün peşinde olan” kültürler arasında özgürce seyahat ederdi durmaksızın…
Daha yüksek, daha uzak bir yarına özlem duyardı. “Uçurumun kaçınılmazlığının” değiştirilebileceğine inanırdı.
İmkansızın peşindeydi. Hasretti Kudüs’teki evine ve hasret göçtü bu dünyadan.
Bir umut icatçısıydı. Hep “yaşayacağız” derdi.
Estetik düşkünü ve ustasıydı. “Estetik huzura kavuşmaktır” derdi.
Edward Said bizim bilincimiz ve dünya düzeyindeki elçimizdi. “Vahşi dünya düzenine” karşı, eşitliği insaniliği, uygarlıklar ve kültürler arasında diyalog ve paylaşımı savunmayı son nefesine kadar sürdürdü.
Filistin halkının en büyük gururuydu. Bizim çağdaş tarihimizde eşine rastlamadığımız bir yaratıcılık ve özgünlük örneğiydi.
O ayrıştırılamaz bir bütündü. İçinde, birbiriyle asla karıştırılmadan, güzel insanı, amansız eleştirmeni, düşünürü, müzisyeni ve siyaset kişiliğini birlikte barındırıyordu.
E. Said Filistin’i dünyanın kalbine, dünyayı da Filistin’in kalbine sokan kişiydi.
Edward’ı 2002 yılında en son New York’ta ziyaret ettiğimde “New Sodom”un Babil halkı üstüne açtığı ateşle ve kanserle dövüşüyordu.
İnsanlığın onurunu savunan “son epik kahraman” gibiydi.
Kendi yüksekliğine elveda diyerek, “yükseğe, daha yükseğe doğru süzüldü”, bir kartal misali.
Eqbal Ahmad
SY: Güney Doğu Asya’nın “efsanevi” aydını Eqbal Ahmad ile yakınlığınız ne düzeydeydi?
E.Said onu “tüm dünyanın dostu” olarak niteliyor ve şöyle devam ediyor: “Eqbal, bir çok insandan çok sınırlar geçtiği ve çok engeller aştığı halde, her yerde, durumda ve bağlamda rahatça kendisi olabilen biriydi”.
Bu özelliği de, E. Ahmad’ın “entelektüel parlaklığı ve cesaretine, üstün doğru analizler yapabilme yeteneğine” ve sürekli tutarlılığını koruyan “insani ve sıcak duruşuna” bağlıyor.
Ayrıca “eşsiz yoldaşlığına, içtenliğine, kendini adama özelliğine, vefakarlığına, dürüstlüğüne, yaratıcılığına, kendine özgü oluşuna, ufuk sahipliğine” vurgu yapıyor.
E. Ahmad’ın sizde bıraktığı izlenim neydi?
MD: Gerçekten E. Said gibi, E. Ahmad “efsanevi” biriydi, bizler için. Hem insani, hem düşünsel, hem de siyasal düzeylerde. E. Said’in çok yakınıydı.
Ben, onunla fiziksel olmaktan çok, sık sık karşılaşma yada birlikte olmaktan çok, ruhsal bir yakınlık, bir tür “ruh dostluğu” yaşadım diyebilirim.
E. Ahmad, Hindistan’ın bir köyünde doğmuş, küçük yaşında babası gözlerinin önünde öldürülmüş, 1947 Hindistan-Pakistan bölünmesinde ilk göçmenliğini yaşamıştı.
ABD-Princeton’dan doktora almış, Kuzey Afrika’da yaşamış, Cezayir kurtuluş cephesine F. Fanon’un yanında katılmış, ABD’de Vietnam ve Kamboçya’ya karşı yürütülen insanlık dışı uygulamalara “ilk ve en etkin karşı çıkışın” sözcülerinden biri olmuştu.
Dünyayı dolaşmış, bir düşünür, aydın bir eylemci olarak, bir çok bağımsızlık, direniş ve demokratikleşme girişimini (Filistin’inki de dahil olmak üzere) desteklemiş, bir çok insanı etkilemiş, onların gelişmelerine katkıda bulunmuş, hiçbir mevki peşinde koşmamış güzel ve örnek bir insandı.
“Guru”ydu. Ömrünün sonuna doğru Pakistan’a geri dönmüş ve kısa bir süre sonra da (1999’da) aramızdan ayrılmıştı.
E. Ahmad, bir alçak gönüllülük, derin duyarlılık ve insani sıcaklık örneğiydi.
Faiz Ahmed Faiz
SY: Urdu dilinin büyük şairi, bitmez hapislerin ve sürgünlerin çilekeşi Faiz Ahmed Faiz ile nasıl bir ilişkiniz vardı? Sanıyorum aynı dönemlerde Beyrut’ta sürgün yaşadınız, ve 1982 Kuşatmasını birlikte geçirdiniz.
Onun 1947’de yazdığı Azadi (özgürlük) şiiri, bir zamanlar dillere destandı.
Şöyle diyordu galiba:
“ Bu donuk ışınlar, bu gece-isli ışık-
O Şafak değil bu, özgürlükle esrimiş,
mutlak özlem içinde yoluna koyulduğumuz…
Dostlar, uzaklaşın bu sahte ışıktan. Gelin,
O vaat edilmiş Şafağın peşinde olalım…”
MD: Üstat Faiz Ahmed Faiz ile ortak bir kader, kafa ve ruh yakınlığı yaşadık Beyrut’ta. O benden yaşça büyüktü. Çok büyük bir şairdi: Urduca ve Farsça’yı çok iyi harmanlıyordu. Sarsılmaz bir özgürlükçü ve toplumcu inanca sahipti. Nazım’ın Türkçe’de, Neruda’nın İspanyolca’da gerçekleştirdiğini, o kendi dilinde ve duruşunda başarmıştı.
Cesur ve ilkeli biriydi. Bölgesindeki savaşın ve nefretin ortasında Hindistan-Pakistan Dostluk Derneği’ni kurmuş ve tek başına Lahor’dan gelerek Gandi’nin cenaze törenine katılmıştı.
Özgürlüğüm ne demek olduğunu en iyi bilenlerden biriydi ve bunu hayatında ve eserinde göstermişti.
Pakistan’da General Ziya’nın zalim diktatörlüğü sırasında, acılarla ve sorunlarla dolu Beyrut’a sığınmıştı. Ona dost bir ortam sağlamaya yönelik tüm çabalarımız, onun farklı ve zengin dünyasına ulaşmamıza yetmiyordu bir türlü…
“Sürgün”ün yalnızlaştırıcı, yabancılaştırıcı etkileri, değişik bir kültürde yaşama zorunluluğu ve ortak dil eksikliği, onun için bizden daha ağır seyrediyordu sanki…
Ondan çok şey öğrendik.
Raşid Hüseyin
SY: Bize bir diğer yakın dostunuz olan Filistin’li şair ve çevirmen Raşid Hüseyin’den de biraz bahseder misiniz? Onun için yazdığınız çok etkileyici ağıtta şöyle diyordunuz sanıyorum:
“… Deniz kıyıları ilahileri gibi uzun boylu, hüzünlü,
şaraba daldırılmış bir kılıç gibi gelir,
ve bir dua bitimi gibi ayrılırdı…
Kahvelerin sade ve hoş konuşanı.
Neyi ve birayı severdi.
Sözcükleri en sade olanlardı.
Kolay, su gibi
Ve sade, yoksul’un akşam yemeği gibi…”
MD: Raşid Hüseyin, Filistin’in 1948 sonrası döneminin en önemli ve örnek kişiliklerinden biriydi. Çok yakınımdı. İyi bir şair, mükemmel bir çevirmen ve eşiz bir hatipti.
İnsanları ağırlamaya bayılırdı. İbranice’nin önemli modern şairlerinden biri olan Bialik’i Arapça’ya çevirmişti. Tel-Aviv’de İbranice gazetecilik ve başyazarlık yapmıştı.
Musevi ve Arap yazar, sanatçı ve aydınları arasında sağlıklı bir diyalog oluşturabilmek için büyük çabalar göstermişti. Ama kimseyi bütünüyle memnun edememişti. Musevi bir kadınla evlenmişti.
Değişik diyarlarda ve dünyalarda yaşamıştı ama sanki hiç biri ona göre değildi.
“Bu zaman benim zamanım değil” demiyor muydu?
Bir Mültecinin Şarkısı şiirinde:
“50 No’lu çadır, soldaki, yeni dünyamdır benim,
Paylaşın benimle anılarımı!
Anılarım baharın gözleri kadar yeşil olan
Anılarım ağlayan bir kadının gözleri gibi olan,
Ve anılar, süt ve aşk renginde olan…”
diyordu.
New York’ta yalnızlık ve acı içinde, bol alkollü ve sigaralı bir odada, dumandan zehirlenerek hayatını sonlandırdı.
Fetva Tukan
SY: Hem ustalarınızdan biri, hem dava arkadaşınız, hem de yakın dostunuz olan Filistin’li büyük kadın şair Fetva Tukan’dan biraz bahsedebilir misiniz?
Ona hitaben:
“…
Kızkardeş, bu yıllar
İşimiz şiir yazmak değildi
Fakat savaşmaktı…
Kızkardeş, yaşlar var boğazımda
Ve ateş var gözlerimde…”
diyorsunuz.
MD: Fetva Tukan çağdaş Arap ve Filistin şirinin en önde gelen kadın şairlerinden biriydi. Çağın Al-Khansa’sıydı. O Nablus’luydu.
Uzun soluklu bir direnişçiydi. Yüce gönüllülük, sabır ve üretkenlik örneğiydi. Yanında yada eserinde sürekli huzur duyduğum birisiydi. Bir çoğumuzun ustası, annesi, kızkardeşi ve dostuydu.
Maalesef, pek çoğumuz gibi, o da sürekli cephedeydi. Başka koşullar altında olabilseydi, çok farklı ürünlerine de tanık olacaktık, kuşkusuz. Şiirlerini şarkı gibi söylerdi. Gece gözlerinde başlayanlardandı. Tedirginliğin ve cesaretin sesiydi. “Can çekişme yolunda/Kırbaçlanıyor Kudüs” diyordu.
Az-zattar, Marzuk ve Kanafani
SY: Trajik ölümlerine tanık olduğunuz, ve ağıt şiirlerinizde hala yaşıyor kıldığınız: Mülteci kamplarının sembolü olan ve Lübnan’da falanjistlerce katledilen Ahmad Az-zattar; ressam dostunuz, Lübnan iç savaş kurbanı İbrahim Marzuk; ve bir başka kurban olan yazar ve şair Ghassan Kanafani’den biraz bahseder misiniz?
MD: Ahmad, İbrahim ve Ghassan acılarını bir türlü içimden silemediğim değerli yakın dostlarımdı. Beni “evsiz”, yalnız geride bırakanlardı.
Ahmad denizin sürgünüydü. Her şeyde karşıtını bulandı. Durmadan dolaşıyor ve sorup duruyordu. “Ben Arap Ahmadım” dedi. “Ben kurşunlarım, portakallarım ve ben hafızayım” dedi.
İbrahim bir ressamdı. Suyu resmetti. Hep bir güvertedeydi. Zambakların üstünde büyüyeceği bir güvertede. Bir başkaldırandı İbrahim. “İnsanlarla, meşe ağaçlarıyla, savaşla, Okyanus dalgalarıyla, sokak satıcılarıyla, kırlarla kaynayan bir toprağı” resmetti.
Ghassan “anayurt” nedir diye sorup sorup inliyordu:
“Nedir anayurt? Bu iki sandalye mi?
Burada yirmi yıldan beri duran?
Bu masa?... Duvardaki Kudüs resmi mi?
Rüyalarımız mı? Ebeveynler? Çocuklar?
Nedir anayurt?”
Dostun Ölümü
SY: “Dost’un Ölümü, dostların ölümü” nasıl bir olgu, ne tür bir duygu sizin için. Bununla nasıl baş ediyorsunuz?
Bu büyük kaybı kabule nasıl ulaşıyorsunuz? (Burada sormak istediğim, genel olarak ölüm konusundaki yaklaşımız ve onun şiirinizde dillendirilme biçimi değil. Bu konuyu daha sonra açmak istiyorum.)
Mevlana gibi: “Kederlenme, kaybettiğin her şey başka bir biçimde geri döner hep” mi diyorsunuz.
Ibn Arabi gibi: “Sevgi dinine inanırım ben. Karavanları her nereye götürürse götürsün” mü diyorsunuz.
Shelly gibi: Kaybettiklerimizi doğa ile bütünleşmiş olarak algılayıp, onların sesini, varlığını doğanın sesinde mi arıyorsunuz?
G. Mahler gibi: “Dostlarım ihtiyacım var size gitmeyin!” mi diyorsunuz?
Rilke gibi: “Melekler katından, sesiniz duyulsun diye” bağırıyormusunuz?
T. S. Eliot gibi: “Bunca insanı perişan edeceğini” bilemezdik mi diyorsunuz?
W. H. Auden gibi: “Bütün saatleri durduruyor” musunuz?
D. Thomas gibi: “Işığın kararmasına kızıp” öfkeleniyor musunuz? Yada “ölümün egemenliği olamayacağına, sevginin kaybolmayacağına mı” inanıyorsunuz?
Yoksa, Rene Char gibi: “Fırtınanın en şiddetli anında, bizi yatıştıracak bir kuşun, bir bilimeyen kuşun ortaya çıkması”nı mı beklersiniz?
Ne dersiniz?
Bir mezmur’unuzda:
“Geçiyor önüme dostlarım
Ve ölüyorlar aniden”
diye, haklı olarak şikayette bulunuyorsunuz.
MD: Biliyorsun, “ölüm” beni çok meşgul eden bir konu. Nasıl olmasın ki? Şiirimde yeterince yer aldı sanırım. Genel ölüm konusunu daha sonraya bırakacağımıza göre, kısaca “dostun ölümü”ne gelince:
Kabulü en zor olgulardan biri kuşkusuz. Dostun göçüşü, yada dünya değiştirmesi, sizden de çok şey alıp götürüyor. Hatta tüm hayata bakışınızı değiştiriyor. Ben bunu, bir çok adaletsiz ölümlere tanıklık ederek, çok yaşadım maalesef.
Alıntıladığın üstatların deyişleri, diğerlerinin yanı sıra, benim de çok başvurduğum, teselli bulduğum metinler. Ama gene de bir Japon haiku ozanının dediği gibi: “Ölüm ölümdür. Kim ne derse desin yetmez burada şiir”.
Ben, dostlarımın, beni yapa yalnız, sadece anılarla bırakarak, benden önce o bilinmeze gitmelerini pek kabul edemiyorum. Onları sürekli yanı başımda, değişik mekanizmalar yaratarak, hayatta tutmaya çalışıyorum.
Onlara yalvarıyorum: Beni bekleyin diyorum. Zamandan ve sorumluluklardan özgür bir biçimde sokaklarda sohbet edebileceğimizi söylüyorum. Mezar yeri ve ağıt aramaktan başka görevlerimiz olduğunu hatırlatıyorum.
Unutulmasınlar istiyorum. Onlara bellek olmak istiyorum. Ne kadar becerebildiğimi bilmiyorum.
Zaman zaman teselliyi, Kızılderili Şef Seattle’nin şu deyişinde buluyorum:
“Ölüm mü dedin? Ölüm diye bir şey yoktur.
Sadece bir dünyalar arası yer değiştirme
Söz konusudur.”
Ve durmadan soruyorum Gılgamış’ın Enkidu’ya yönelttiği soruyu:
“Yoruldun mu benden dost?
Neden terk ettin beni?”
Şiir ve Şair
SY: Şimdi de, uygun bulursanız, biraz da, genel olarak “Şiir”, “Şair” ve onların halleri üzerinde konuşalım.
Öncelikle, şiir nedir? Nereden gelir? Neyi karşılar? Neden şiir? Ortak bir tanımı olanaklı mı? Gerçekten “sözcüklerin alabileceği en güçlü biçim” midir?
Şair nasıl doğar? Nereden kaynaklanır? Nasıl sürer şiiri? Bir vuruşla mı yoksa aşamalarla mı doğar ya da gelişir şair?
Cidariyyat’ınızda:
“Şiir sanatı nereden doğar?
Kalbin meylinden mi,
bilinmezin doğuştan gelen (fıtri) anlamından mı,
bir çöldeki bir kırmızı gülden mi”
diye soruyorsunuz.
Kuşatma Altında’da da:
“Güvenme şiire
Bu yokluğun çocuğuna,
Çünkü o ne sezgi
Ne de düşüncedir, fakat
İçinde bulunduğun
Uçurumun anlamıdır”
nitelemesini yapıyorsunuz. Ve
Güvercin’in Şam’dan Aldığı Gerdanlığında da:
“Saydamdır şiir
Ne duyumsal
Ne de zihinsel
O yankının söylediğidir
Yankıya”
diyorsunuz.
Büyük usta Pushkin’in Eugene Onegin’de dillendirdiği:
“Ararım ahengini
sihirli seslerin, duyguların ve düşüncelerin”
biçimindeki şiir idealine ne diyorsunuz?
MD: Bana göre, şiir bir gizemdir, bir muamma, bir bilinmez. Ve sonsuzdur. Kesin bir şiir biçimi olmadığı gibi, üzerinde hemfikir olunan bir şiir tanımı da yoktur.
Her şiir, şiir kavramını dönüştürmeye çabaladığı gibi, şiiri de değiştirmeye gayret eder.
Şair, kendi deneyiminden, dünya ile ilişkisinden, var oluşla ilişkisinden, kendi kültüründen, şiirsel bilincinden, kendi bilinçsizliğinden doğar ve gelişir, kendini yeniler.
Şair tek bir dünya değildir. Kendisiyle birlikte, dili ve okuru ile var olur.
Benim için şiir her zaman çoğuldur: Annedir, düştür, dildir, desendir, “uçurumun anlamı”dır. “yankının yankıya söylediğidir”, “yokluğun çocuğudur”, görünmeyeni gösterendir…
Şiir çok şeyi barındırır içinde . Melekler ve şeytanlar da bunların arasındadır.
Ben her zaman, durmadan denemeyi, tekrara düşmemeyi tercih ettim. Bana göre “risk alma” şiirin birinci koşuludur.
Ben aşama aşama kendini ve şiirini geliştirmeye çalışan bir şairim. Tek vuruşta şiiri yakalamak istisnai bir durum. Dünyamızdan kaş tane Rimbaud geçti?
Her şiir, “şiirin ne olduğu” sorusuna bir cevaptır, belki de.
Şiirin tek ölçütle: “şiirin kalitesiyle”, değerlendirilmesinden yanayım.
Şiirin kökeni bence tektir: İnsani varlığın kimliği; geçmişteki sürgününden bugünkü sürgün haline dek. Şiir, insanoğlunun hayat önünde duyduğu ilk şaşkınlıktan, varoluşun gizemlerini sorgulama ihtiyacından doğdu.
Ve şiir hem yerel, hem de evrenseli kapsayarak, ne “metropolün” egemenliğine, ne de “taşranın” darlığına aldırmadan, çeşitli mekanlarda, dil ve kültürlerde var olageldi.
Büyük şair, yazar ve özgürlük abidesi Pushkin’in şiir ideali sanırım tüm yazarların, şairlerin… peşinde oldukları bir şey. Ama bu ideali tümüyle gerçekleştirebilmek Pushkin olmayı gerektiriyor. Bu da pek kolay ulaşılabilecek bir doruk olmasa gerek… Ben alçak gönüllülükten yanayım.
Şairliğin Doğuşu ve Evrimi
SY: Sizde şiir, şairlik nasıl doğdu? Ne tür bir evrimden geçti? Başlangıçta en çok ne etkiledi sizi, şiire yönlendiren ilk kıvılcım neydi? Aileniz yada yakın çevrenizin etkisi oldu mu?
Bir sohbetinizde, “annenizin muhtemel etkisinden” ve ayrıca,” akşam birlikteliklerinden” ve” gezgin halk ozanlarının sözlü şiirine” vurgunluğunuzdan bahsediyorsunuz.
“Başlangıçta söz vardı”, yazı sonra geldi galiba? Bunları biraz açar mısınız?
MD: Bilebildiğim kadarıyla ne ailemde ne de yakın çevremde şiir düşkünlüğü ve şair yoktu. Beni çok küçük yaşımda “ses, müzikalite, sözlü deyiş” şiire çekmiş olmalı.
Gezgin halk ozanlarının önemli bir etkisi oldu bende sanıyorum. Bu ozanlar, karanlık basınca, gizlice köyümüze gelir, sabaha karşı, İsrail askerlerine yakalanmamak için, köylülerin yol göstericiliğinde, ayrılırlardı.
Özellikle, bir gezgin ozan beni çok etkilemişti: Ne söylediğini pek anlamıyordum. Ama nağmeleri, sesi, soluğu, kendini işine verişi, yumuşak ve sevecen tavrı, çevrenin ona gösterdiği sevgi ve saygı hala belleğimdedir.
Şiirin yazılı, yazılabilecek bir şey olduğunu okulda öğrendim.
Annemin, bir çok alanda olduğu gibi, şiirimi de etkilediği kuşkusuz. Ayrıca, ağabeylerimden birinin ve karşılaştığım ilk öğretmenimin (bende bir şeyler görmüş olsa gerek) katkılarını unutamam.
Şiirin Hayatiyet Sağlayıcılığı
SY: Şiiri hep duyduğunuz, yaşadığınızı ve onunda sizi yaşattığını söylemek çok mu “köşeli” bir görüş olur?
Şiirin sizde güçlü bir enerji biriktirici ve dağıtıcı işlev gördüğünü, ruhsal hayatiyet sağladığını söyleyebilir miyiz?
MD: Hayır, olmaz sanırım. Şiir her zaman yanımda olandı ve hala beni ayakta tutandır. Bedenimi ve ruhumu etkileyen, acıtan yada haz veren, yükselten veya alçaltan tüm hallerimde şiir beni hiç yalnız bırakmadı, hep yanımdaydı.
Şiir, belki de, sadece şiir hayatımın özü olmuştur diyebilirim. Şiir dışında pek fazla anlamı yok hayatımın. Her zaman kazandırıcı bir şey olmasa da, hatta kaybettirici olsa da…
Yanılsama da olsa, şiirin hayatın kaynağı, enerjisi olduğunu ileri sürmekte bir mahzur görmüyorum.
“Hayatın güzelliğini” takdir eden bir kişi olarak, “yaşamak” şiirleştiği ölçüde buna değer diye düşünüyorum.
Ayrıca, Maya Angelo’nun çok güzel dile getirdiği gibi:
“Şiir bize insani varlıkların ne olduğunu söyleyebilir. Şiir bize neden tökezlediğimizi ve düştüğümüzü ve nasıl, mucizevi bir biçimde, ayağa kalkabileceğimizi söyleyebilir”
Şiir hayatı açıklamakla yetinmez, hayata duygu ve derinlik katar.
İlk Etkileyen Şiir ve Şairler
SY: Sizi ilk etkileyen şairler-belki de hala etkileyenler kimlerdi? Bu konuyu hem klasik Arap şiir geleneği açısından, hem de Dünya şiiri açısından biraz açar mısınız?
Bir şair ve şiirinin “binlerce şair ve şiirden geldiğini, hiçbir şairin yoktan var olmadığını, sıfırdan başlamadığını” söylüyorsunuz. Ama asıl olanın “şairin kendi dilini, sesini, özgünlüğünü bulmasına” vurgu yapıyorsunuz.
Bu zor iş nasıl gerçekleştirilebilir? Siz nasıl üstesinden geldiniz?
MD: Beni başlangıçta (ve kısmen hala) İslam öncesi ve sonrası Klasik Arap şiiri önemli ölçüde etkiledi.
Bu etki de ortak tarih, gelenek, kültürün yanı sıra Arapça’nın, dil olarak, şiire tanıdığı eşiz olanaklara vurgu yapmak gerek. Bu dilin sözcük ve deyiş zenginliği, sesi, müzikalitesi malum.
Lisan el-Arab benim günlük jimnastiğim olmuştur hep.
Arap şiir geleneği içinde Imru al-Qays ve Al-Mutenebbi’in çok özel yeri vardır bende. Bunlardan sonra Al-Ma’arri’yi sayabilirim.
Kuşkusuz, klasik dünya şiir devlerine olabildiğince eğildim.Sanırım burada isim vermek gerekmez.
Şairin kendi sesini bulması, özgünlüğüne ulaşmasına gelince: Bunu her şair kendi dünyasına, kendi seçmesine göre gerçekleştirir.
Birikimden yararlanma ile “kendin olma” arasındaki ince çizgiyi iyi yakalayabilmek esastır burada.
Bana gelince: Çok deneyerek, risk almaktan korkmayarak ve hep sorup araştırarak yolumu bulmaya çalışıyorum.
Al-Mutenebbi
SY: “Gecenin savaş atları
ve tuzak ile ekili çöller
bilir beni,
Savaş ve darbeler ve
kağıt ve kalem
bilir beni”
diyen Al-Mutenebbi’yi klasik Arap şiirinin zirvesi olarak görüyorsunuz ve onun için: “Tüm klasik Arap şiirinin özeti” diyorsunuz.
Neden böyle? Al-Mutennebi’nin iktidar hırsı, aşırı kibirli, övgücü/yergici kişiliği, gençliğinde kendini nebi (peygamber) ilan etmesi ve bunu kendine soyadı olarak alması sizde herhangi bir olumsuz etki yarattı mı?
Siz, Cidariyyat’da: “Bir peygamber değilim, kehanet iddiası taşıyan” diyorsunuz.
MD: Beni Al-Mutenebbi’de ilgilendiren onun şiiridir. Bu şiir çok etkileyici bir güce sahiptir. Bilgelikle tutkuyu mükemmel biçimde kaynaştırmıştır. Kendisini hemen fark ettiren bir şiirdir. Ezici bir yaratıcılıkla, bir “söz sihirbazlığı” ile donatılmış bu şiir karşısında nötr kalmak olanağı yoktur.
Aşırı yergi ve övgülerini okuduğunuzda bile, bunların bağlamını unutup, çok güçlü ve ustaca bir şiirsel dille karşı karşıya kalırsınız.
Peygamberlik iddiasına gelince: Al-Mutenebbi bu alanda ne ilktir ne de son. Romantizm, özellikle Alman romantik şairleri ve şiiri bu “vizyoner iddialılık” üzerine kuruludur. Bu olgu günümüz şiirine kadar süregelmiştir.
Ben de böyle bir iddia yok. Bir “kahin” değilim ben. Ne de peygamberlik iddiası taşırım. Ve bu tür iddiaları ciddiye almam.
İslam Öncesi Arap Şiiri ve Imru al-Qays
SY: İslam-öncesi Arap şiiri ve şairleri, özellikle de Muallaqat geleneğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu şiirin sözel, dinletisel, müzikal ve bellek temelli oluşu sizin şiirinize de özel bir katkıda bulundu mu?
Özellikle Imru al-Qays’ı,
“İnsanlar arasında duyarsız olanlar yatıştırırlar
hemen aşklarını
Fakat benimkini, asla unutamaz kalbim”
diyen al-Qays’ı önde tutuyorsunuz.
Neden?
MD: İslam-öncesi Arap şiiri, Arap şiir geleneğinin altın çağlarının başında gelir, öncüsüdür. Değindiğin özellikleriyle ve başkalarıyla da benim şiirimi kuşkusuz etkilemiştir.
“Duymak dilsel yeteneklerin babasıdır” demiyor mu Ibn Haldun?
Imru al-QAys, İslam-öncesi dönemin en büyük şairidir. Al-Muallaqat seçkisinin yazarlarından birisiydi. Yedi Kaside’nin en ünlüsünün şairidir.
Al-Qays’ın oldukça ilginç hayatı olmuştur: Erotik şiirler yazdığı için, genç yaşta ailesinin evinden iki kez kovulmuş, ve dağınık, bohem bir hayat sürdürmüştür.
Babasının asi bir bedevi kabilesi tarafından öldürülmesinden sonra, aniden bir cengavere dönüşmüş, intikam almak üzere, aralarında Bizans İmparator’una başvurmak dahil, bir çok yolu denemiştir.
Risk seven, çok kişilikli büyük bir şairdi.
Arap Kadın Şairleri
SY: Arap şiir geleneği içinde, İslam-öncesi ve sonrasında çok ilginç (hatta şaşırtıcı), özgür ruhlu, duyarlı, yüksek sezgiyle yüklü, Al-Khansa, Rabia, al-Adwiyya, Hafıza gibi usta kadın şairlere rastlıyoruz.
Onları nasıl buluyorsunuz?
MD: Arap edebiyatı ve özellikle şiirinde, sesleri kısılmaya çalışılmış olsa da, çok değerli kadın şairler yer alagelmiştir.
İnsanlığı, dişil duyarlılığı ustaca dillendirmişlerdir. Cesur, açık sözlü bir şiir ortaya koymuşlardır. Tene ve ruha çekinmeden dokunabilmişlerdir.
Umarım, bugüne dek, onlara ayrılan sınırlı “toprak”, ciddi araştırma ve incelemelerle, bir an önce, genişletilir.
Al-Khansa İslam öncesi dönemin, R. Al-Adwiyya İslam sonrasının en büyükleri arasında yer alır. Ayrıca, Leyla al-Akhyakiyya, Hafıza bint al-Haj, Arrakuniyya gibi daha bir çok kadın şaire değinilebilir.
“Sevincimsin
Açlığım
Sığınağım
Dostum
Yol azığım
Yolumun sonu
Nefesimsin
Umudumsun
Yoldaşımsın
Özlemimsin
Bol varlığım” diyen R. Al-Adwiyya, ve:
“Sürüp gitmez hiçbir şey gerçekte…
Ve görmüyorum hiçbir şey zamanda
Sonsuza dek sürecek” diyen al-Khansa örneklerinde olduğu gibi.
Abu-Nuwas
SY: “Bu çağ maymunlar çağı
Sen de pekala boyun eğebilirsin onlara” diyen ve
şiirsel beyanı:
“Fakat ben bana geleni söylerim
İç düşüncelerimden geleni
Reddederek gözlerimi”
Olan Abu-Nuwas benim favorim. Belki de özgürlükçülüğü, put kırıcılığı/tabu karşıtlığı, liberteryan, şehirli, bohem hayatı tercihi, eşsiz ironisi çekiyor beni…
Belki onu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde yaşamış, Anadolu’nun büyük neyzeni ve liberteryan, bohem ve alay üstadı Neyzen Tevfik’e benzetiyorum.
Neyzen: “Geçer: Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,/ Ney susar, mey dökülür, Cem’in şamatası da geçer” diyor.
Siz ne dersiniz? Size ne diyor Abu-Nuwas? Neyzen Tevfik’in ney’ini yada şiirini duyabildiniz mi?
MD: Abu-Nuwas, kuşkusuz, Arap şiirinin devlerinden biridir. Bu şiiri bedevilikten şehirliliğe taşıyan en büyük şairlerden biridir ve bu alanda bir öncüdür.
Şiire yepyeni ve çoğul temalar getirdiği gibi, geleneksel şiir dilinde devrim yapmış ve onu çok güçlendirmiştir.
Abu-Nuwas İran asıllıdır. Ama Arapça’da yazmış ve bu dile büyük katkılar getirmiştir.
Kendisine bir palyaço maskesi takmış ve içmeye koyulmuştur. Böylece dar mantık ve geleneklerin kontrolünden bedenini özgürleştirmek istemiştir.
“Göklerin tiranına” karşı isyanın sözcülüğünü yapmıştır.
Kendi kendinin efendisi olmanın, hayatını da ona uygun olarak yaşayarak, savunucusu olmuştur. Hiç eskimeyen, solmayan bir sestir o.
Neyzen Tevfik’in muhteşem ney’ini çok beğenerek CD de dinledim. Ve bu neyi çok sevdiğim için onu yanımdan pek ayırmıyorum. Hem hüznü, hem huzuru birlikte yaşatıyor bana. Bir tür teskin edici…
Şiirine ise henüz ulaşamadım.
Al-Ma’arri
SY: Luzimmiyat’da:
“Hayatım-can çekişme için bulut
Sözüm-ölüm için gökgürültüsü”
diyen Al-Ma’arri’deki hüzün ile bilgeliğin eşsiz anlatımını mı beğeniyorsunuz?
Size fazla kötümser gelmiyor mu, tüm büyüklüğüne rağmen?
MD: Al-Ma’arri, kederi, hüznü, yer yer karabasan varan kötümserliği ve bilgeliği yanı sıra, kuşkuculuğu, derin düşünce ve tahayyülü ve büyük teknik ustalığı ile temayüz etmiş bir başka doruktur.
Çok ses sahibidir, O.
Eskiden Al-Ma’arri’yi çok fazla okumazdım. Bugünlerde ise hiç başucumdan eksik etmiyor, büyük bir zevkle okuyorum.
Onda, ayrıca, bilgeliği ile birlikte, felsefi, estetik ve dilsel bir çok boyut buluyorum.
Al-Ma’arri, başlangıç noktası ölüm olan bir dünya yaratır kendine.
Onda şiir, bir varoluşsal vizyon ve bir ruhsal derin düşünme deneyimidir.
Kutsal Metinler
SY: Bir çok kutsal metin (Tevrat, İncil), Kur’an ve İlahilerden, onların sembollerinden besleniyor şiiriniz. Özellikle “Şarkılar Şarkısı”nın, Mesih’in, Kur’an’ın ve Sufi metinlerinin etkisi açık.
Bu metinleri çok iyi incelediğiniz kolaylıkla anlaşılıyor. Bu ilgi ve bilgi nereden kaynaklanıyor? Geldiğiniz “toprak”tan mı?
Yoksa, İçinde bir çağdan diğerine yürüdüğünüz
“Hiçbir hafıza rehberlik etmeden”
size ve orada “aşk ve barışın kutsal olduğunu” söylediğiniz Kudüs’ten mi geliyor?
Kur’an’ın güçlü metaforik, figüratif, müzikal ve retorik özelliklerinin üzerinizdeki etkisi ne oldu?
MD: Farklı inanç ve dinlerin toprağından gelmiş olmam (Filistin biraz da bu değil midir?), İsrail okullarında eğitim görmüş olmam ve kuşkusuz hep içimizde olan Kudüs beni etkilemiş olmalı.
Filistin’li olarak içimde tüm inançlar mevcut. O toprağın, peyzajın, kültür ve tarihin varisiyim. Çocukluğumda, müslüman, musevi veya hıristiyan ayrımı bilmezdim. Aynı “mahalle”nin çocuklarıydık. Dinsel çatışmaların, temel de, ekonomik-siyasal kökenli olduğuna inanırım.
Ben semboller cennetinde yaşayan biriyim. Bu nedenle, tereddüte düşmeden, her dinsel, inançsal geleneğin birikimlerinden, mal varlığından yararlanıyorum.
Bu kutsal metinleri, tarihsel yada dinsel referans olarak değil, birer “edebi” metin olarak okudum ve hala okuyorum. Bu metinlerdeki güçlü şiirsellik yadsınamaz.
Tevrat’ın üç temel metni, özellikle Yakup ve Şarkılar Şarkısı büyük ölçüde şiirseldir ve derin bir insani deneyimi vurgular.
Şarkılar Şarkısı, dünyanın bir çok büyük şairi tarafından, pastoral şiirin bir başyapıtı olarak görülegelmiştir.
İncil’de, Hıristiyanlıkta ve özellikle Hz. İsa’da, Mesihte bulduğum: Şiirsellikten çok “çilekeşliktir”.
Hz. İsa Filistinde doğmuştur, Filistinlidir. Çileye ve bağışlamaya, sevgi ve hoşgörüye vurgusu derindir.
Ayrıca, benim gibi, bir şarap sevendir.
Şiir açısından, en önemlisi de: Ölüyor ve tekrar diriliyor. Biz şairlerin tüm hayatı, hayatla, yaşamayla ölüm arasında bir “geçit” değil mi? Her şiirde ölür ve sonra diriliriz.
Mesih’i tüm Hıristiyanlıkla (ve özellikle pratikleriyle) özdeşleştirmiyorum kuşkusuz. Mesih bende doğal bir semboldür. Zaman ve mekanda Filistinlidir. Ruhsallıkta da evrenseldir.
Kur’an’a gelince: Kur’an benim geldiğim, içinde doğduğum kültürel ve dinsel ortamın “ayrılmaz”ı. Metin olarak, ruhsal, düşünsel ve evrensel boyutlu.
Ben de hem “Mahmud”luk, hem de “Derviş”lik var. Senin gibi, babasını Hac’a gönderenlerdenim! Ama, benim Kur’an’ı okuma ve anlayış tarzım farklı. Kendime özgü…
Müslüman sembolleri kullanırken tedbiri elden bırakmamak gerekli. Çünkü “resmi” İslam oldukça doğmatiktir. Resmi İslam’da, peygamberle konuşmak hoş görülmez, hatta yasaklanır. Daha kategorik bir yazım söz konusudur. Din ile kültür arasında ayırım pek yapılmaz. Dinin kültürel algılanmasına sıcak bakılmaz.
Burada kapıyı aralayan, hatta yer yer önemli ölçüde açan “sufi gelenek”tir.
Sufi Edebiyatı ve Şiiri
SY: Sufizme, tasavvuf şiiri ve şairlerine nasıl bakıyorsunuz? Siz, galiba sufi dünyasının nesrini daha çok seviyorsunuz? Doğru mu?
Attar, Hafız, Mevlana, Ibn Arabi, Al-Niffari, Bistami ve benzerleri size ne diyor?
Anadolu’lu büyük sufi Yunus Emre’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sizce, tasavvufun, görünmeyenin peşinde olan, söylenmeyene yönelik duran, konuşmasında sessiz, sessizliğinde iyi konuşan, özneli öne alan, iç anlamlara derinlik kazandıran, rasyonel bilgiyi, tek başına yavan, duygusuz bulan ve sezgisele dönük olan duruşu neyi temsil ediyor?
“Canında bir can var, o canı ara;
Beden dağında bir mücevher var o mücevheri ara,
Ama dışarıda değil, kendinde ara”
diyen Mevlana;
“Varoluş anı vuslattır
Sevme zamanıdır, yiyiniz, içiniz!”
diyen Ibn Arabi;
“Bilmediğinizi biliyorum”
diyen Al-Niffari; ve
“Mani eri bu yolda melul olası değil,
Mani duyan gönüller hergiz ölesi değil”
diyen Yunus Emre size ne diyor?
Siz de:
“Çilekeş bir Sufi’ye benzer kalbim” diyorsunuz Cidariyyat’da
MD: Sufi edebiyatı ile, gerek şiir, gerek nesir olarak muhabbetim çok iyidir. Hep okuduğum, hala okuduğum bir alandır. Sufi düzyazıyı (ki şiire çok yakındır), zaman zaman sufi şiirinden daha ilginç buluyorum. Örneğin, Ibn Arabi’nin düzyazısı şiirinden daha üstündür.
Benim için sufizm, felsefi olmaktan çok, şiirsel bir anlam taşır. Bu da: Evrene çok farklı ve derin bir yaklaşım göstermesinden ve çok uçta bir deneyim yaşayabilme cesaretinden kaynaklanır.
Beni sufi metinlerin yakıcı susuzluklarına çeken şey: Bu metinlerin “kutsal olanı” anlam düzeyine taşıyan insanlaştırıcı yönüdür. Onu arzunun halleri içinde sunmaları ve sevilen varlıkla birlik, kaynaşma peşinde olmalarıdır.
Sufi metinler, “yasaklar dilini” özgürleştirmiş, ruhsal ile duyumsalı kaynaştırıcı tahayyülü ortaya koymuştur…
Mevlana tüm insanlığın ortak malı ve ışığı. Yunus Emre’yi Fransızca ve İngilizce çevirilerinden, maalesef, sınırlı olarak tanıyorum Ama kendime çok yakın hissediyorum.
Attar, Ibn Arabi, Hafız ve Al-Niffari hep benimle. Tüm büyük sufi şairler, çok özel yetenek ve duyarlılıkla donanmış, bugün bizlerin bile tahayyül edemeyeceğimiz atılımlara, maceralara girebilmiş kişilerdir.
Beni çeken ve ilgilendiren bu anlamdaki sufizmdir. Yoksa günümüzde “moda” olan büyücü ve şarlatan yaklaşımlar değil.
Salt mistik olan (içten de olsa) benim için tehlikeli bir alandır. Çünkü dinsel alandan tümüyle ayrılması güçtür. Bu alana da pek girmeye eğilimli değilim…
SY: Adonis ilginç ve görece olarak yeni bir eserinde, sufizm ile “surrealizm” (gerçeküstücülük) arasında yakın ilişki görüyor. Siz ne dersiniz?
MD: Adonis’in bu eserinden haberdarım. İlginç, ustaca yazılmış (zaten Adonis usta bir şair ve yazar), aydınlatıcı bir çalışma. Sürrealizm ile sufizm arasında ilişki kurma, zamansal ve bağlamsal açılardan iyi düşünülmesi gerekli bir konu. Benim bu alanda özel bir ustalığım yok.
Ben sürrealizmin şiire katkısından çok, genel olarak sanata ve düşünceye katkısını önemli buluyorum.
Hüthüt ve Mistik İlham
SY: Hüthüt şiiriniz (ki beni çok etkileyen ve “uçuşmalarımı” hızlandıran bir şiirdir) büyük bir vecd, esriklik içinde ve sanki mistik bir ilhamla yazılmış izlenimi veriyor.
Buna ne dersiniz?
Ayrıca, hangi “hüthüt”ten esinlendiğinizi merak ediyorum: Kur’an suresinde geçenden mi?
Ferideddun-i Attar’ın Mantık al-Tayr (Kuş Dili) ‘ından mı? Yoksa Lisan’u Ghaib (Görünmeyenin Dili) Şirazlı Hafız’ın Divanın’dan mı?
Aristophanes’in “Kuşlar”ının burada bir rolü var mı?
MD: Hüthüt şiirimi, kendime rağmen, ciddi bir metafizik dolaşım içinde yazdığım doğrudur. O malum, uykusuz gecelerimin birinde Attar’ın Mantık al-Tayr’ına sığındım.
Kur’an’ın ve Hafız’ın Divanının hüthütlerini de anımsayarak bu şiiri şafakta bitirdim.
Ama, temel olarak, o sırada Attar’ın etkisi altında olduğum düşüncesindeyim.
Doğaldır ki, büyük üstatlar Hafız ve Attar’la yarışacak halim yok.
Ayrıca, Aristophanes’in eserleri başucu kitaplarım arasındadır hep.
Hangi Tarihsel Miras
SY: Kendinizi hangi tarihsel, toplumsal, kültürel ve edebi geleneklerin takipçisi olarak görüyorsunuz? Neden?;
Tarihsel mirası nasıl algılıyorsunuz? Sıklıkla bir çok kültür ve uygarlığın mirasçısı olduğunuzu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
MD: Bu toprak benim toprağım. Tüm farklı ve çoğul kültür ve gelenekleriyle benim: Kenani, Musevi, Eski-Yunan, Roma, Fars, Mısır, Arap, Osmanlı ve Batı (İngiliz, Fransız…).
Tüm bu kültürleri, özel hiçbir ayrımcılığa düşmeden, yaşamak istiyorum. Bu topraklar üzerinde yankı bulmuş tüm bu seslerle kendimi özdeşleştirmeyi, hem hak hem de ödev sayıyorum.
Ben ne “davetsiz bir misafir” ne de yoldan bir “gelip geçenim”. Doğu Akdeniz, büyük ve kalıcı insani uygarlıkların beşiğidir.
Belki de, bitmez tükenmez çalkalanmaları, bu beşiklikten, beşiği egemenliği yada tekeline alma saplantılarından kaynaklanıyor.
Bu coğrafya, bir tür, dünya çocukluğunun bahçesidir. Benim ülkem Filistin de bu bahçenin bir parçasıdır. Bu nedenle “Akdeniz kimliği” evrensel bir kimliktir, ve bizler de onun üyesiyiz.
Ben ülkemden, bölgemden gelip geçen tüm kültürlerin bir ürünüyüm. Bu dilime de yansımış durumda.
Her güçlü kültür, kendisinden bir şeyler bırakır geriye. Ben de kendimi tüm bu kültür ve birikimlerin “oğlu” sayıyorum. Fakat yalnız bir tek “annem” var…
Çağdaş Etkiler…
SY: Daha çağdaş yada çağa yakın hangi şairlerden ve şiirden beslendiniz? Onlarda neler buldunuz?
Bir dost ve çevirmeniniz sizin “şairsel kardeşliğinizi” şöyle görüyor: “Lorca’nın Canto Hondo (Derin Şarkı) su; Neruda’nın saz şairi benzeri epik, destansı havası; O. Mandelstam’ın mersiyemsi, matemli keskinliği; Y. Amichai’nin bölgenin coğrafyasına ve çağdaş tarihine karşı gösterdiği duyarlı cevap vericiliğ; Cavafy’nin sürgün şairi dillendirmesi…”
Sizce, bunlara, (en azından) aşağıdaki ustaları da eklemek gerekmez mi?
Rilke’nin büyük ağıtçılığı; T. S. Elliot’un tarih ve gelenek konusundaki düzyazı ve şiiri harmanlama ustalığı; N. Hikmet’in direnme, insanlık onuru, özgürlüğü ve kardeşliği, “memleket hasreti” konularındaki ustalığı ve duyarlılığı; Y. Ritsos’un mitolojik ve metafizik ile günlük hayatı bağdaştırması; N. Kahbani’nin “aşk ustalığı”; Cavafy’nin “Truvalılığı”; R. Char’ın yerel ile evrenseli iç-içeleştirmesi….
Ayrıca bazı söyleşilerinizde, Aragon, Eluard, Montale, Seferis, Elitis, Mayakovski, Blok gibi batılı şairlere ve Sayyab, Bayati, F. Tukan, N. Al-Melaike, Adonis gibi Arap şiiri ustalarına olan yakınlığınıza değiniyorsunuz…
MD: Tüm bu adı geçen (ve geçmeyen) ustalardan, uzak ve yakın tarihin bir çok şairinden yaralandım ve yararlanmaya devam ediyorum.
Bir şair , yüzlerce, binlerce şairin mirasçısıdır. Hiç bir şair “sıfır”dan, boş beyaz kağıttan başlamaz, başlayamaz.
Hiçbir şair, kaçınılmaz (hatta zaman zaman gerekli olan) etiketlenmelerden, diğer şiir ve şairlerle alış-verişten kaçınamaz.
Burada, temel alınması gereken: Her şairin kendi öz tonalitesini, kendi solumasını bulması, bulabilmesi zorunluluğudur. Doğrudan bir biri içine girmelerden kaçınmak gereğidir.
Lorca, N. Hikmet, T. S. Eliot, Neruda, Cavafy, Y. Ritsos, R. Char ve N. Kabbani’ye çok şey borçluyum, kuşkusuz, ve pek ayırmam yanımdan onları.
Lorca
SY: Sizin çok sevdiğiniz, kendinize çok yakın bulduğunuz açıkça anlaşılan Lorca ile başlayalım mı? O, “hep çocukluğuna geri dönmek” isteyen; “dünyada hiçbir düz yolun olmadığına”, “dev bir labirentin varlığına” inanan; “dünya çevresindeki tüm yolculuklarda, bulamazsın bir barınak” diyen Lorca ile…
Siz de Onbir Yıldız Şiirinizde:
“İki cennetin Adem’iyim ben,
Her ikisini de kaybettiğim
Öyleyse sür beni yavaş yavaş,
Öldür beni yavaş yavaş
Kendi zeytin ağacımın altında
Lorca ile birlikte”
diyorsunuz.
MD: Lorca, duyarlılığının yoğunluğu, eserlerinin kara parlaklığı, şiir, oyun, şarkı, mitoloji gibi değişik sanat türlerindeki ustalığı ve hayat mücadelesi (ve hayatının kahpece sonlanması) ile insanlığa örnek bir yazardır.
Hepimize bulunmaz bir bağıştır Lorca. Ondan etkilenmemek imkansızdır. Ayrıca, onunla, “Akdeniz’li-Endülüs’lü” ortak bir kültürü paylaşıyoruz.
Lorca, bize şiirin, duyunun, anlamın algılanmalarının dönüştürme fonksiyonu ile yüklü olduğunu öğretendir.
Dillere destan, açık, etkileyici, sade ve ışıldayan bir dili vardır.
Müthiş bir duende’ye, bir tür “bu dünya-ötesi” bir sanatsal enerjiye sahiptir.
Boşuna demiyor: “Konuşur bize şeyler ve
Kimse durup dinlemez onları”. diye
Bir kez, “Gitarın ağlaması” başlayınca, artık susturulması yararsız ve olanaksızdır. Öyle değil mi?
Nazım Hikmet
SY: “Hayat ve şiir ustam” diye tanımladığınız Büyük Nazım; “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” bir dünya ve hayatın peşindeki Nazım Hikmet size ne ifade ediyor?
Şiirinin üzerinizdeki etkisi aynı yoğunlukta sürüyor mu? Sürüyorsa, nesi ile sürüyor?
Kamel’in İnişi şiirinizde:
“Bırakınız gireyim yasaklanmış cennete ve
Nazım Hikmet gibi bağırayım:
Ah! Memleketim”
diyorsunuz. Bu toprak, “memleket” hasreti ortak bir paydanız oldu mu yakınlığınıza?
MD: Nazım Hikmet’in, Türkiye ve Dünya şiirine yaptığı eşsiz katkılar malum. Bana da, gençliğimden bu yana, durmadan büyük katkılar sağladı Nazım. Hala sağlıyor.
Onun kişiliği, mücadelesi, mahkumluğu, sürgünü, insanlığın özgürlüğü ve dayanışmasına adadığı hayatı ve şiiri kimi etkisiz, etkilenmeden bırakabilir ki?
Nazım’ı sevip saymamak, kabullenmemek kimim haddine?
O ki:
“On dördünden beri şairlik” eden;
“Ayrılıkların çeşidini”,
“Hasretlerin adını” bilen;
“Otuzunda asılması” istenen;
“Otuz altısında dört metrekare betonu yarım yılda” geçen;
“Yıkılan putların altında” ezilmeyen;
“Denizde ölümün üstüne” yürüyen;
“Çatlak bir yürekle ölümü” bekleyen;
“Sevdiği kadınları deli gibi” kıskanan;
“Arkadaşlarının arkasından” konuşmayan;
“Hep alnının teriyle ekmeğini” kazanan;
“Yazıları otuz kırk dilde basılıp, Türkçesinde yasak” olan;
“Altmışına yakın sevdalanan”…
Nazımdı.
O, Mayakovski, Pasternak, Simenon, Neruda, Aragon, Nezval gibi devlerin dostuydu. Bir “fani” yada ölümlü daha ne olabilir ki?
Nazım, yirminci yüzyılın en güçlü ve gür seslerinden biriydi ve bu sesin uzun çağlar boyunca kulaklarda kalacağına inanıyorum.
Nazım’ı kalıcı yapan: Şiirinin “direnişçi” boyutu yanı sıra, “estetik” alanda sunduğu büyük ustalık ve derinliktir.
T.S. Eliot
SY: T. S. Eliot ile nasıl bir şiirsel yakınlık içinde oldunuz?
“Hangi kökler kavrar, hangi dallar
yükselir bu taş yığınının içinden”
diyen “keskin” gerçekçiliği mi?
Hem çok usta bir şair olma ile, hem de usta bir şiir kuramcısı ve eleştirmeni olmayı çok iyi bağdaştırması mı? Tarihsel ve evrensel ufku mu? Sizi çekti?
T. S. Eliot’un siyasal ve toplumsal muhafazakarlığını, titiz gelenekçiliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
MD: T. S. Eliot’un son yüzyılın en büyük Anglo-Amerkan şair ve eleştirmenlerinden biri olduğu kuşkusuz. Büyük bir insani birikimi (“Batı” ağırlıklı olsa da) ustaca dile getirir.
Aslında şiiri, başlangıçtan beri, kullandığı dil, karşıtlıklar, ilginç imajlar ve yenilikçiliği açısından radikaldir. (Toplumsal duruşu muhafazakar olsa da.)
Bu nedenle, özellikle, İngiliz muhafazakar edebi çevreleri tarafından “devrimci” bulunmuştur ve sıkı bir direnişle karşılaşmıştır.
Sempatik olmayan bir sosyal ortamda “kimlik sorunu” ile didişir. Bu J. A. Prufrock’un Aşk Şarkısı’nda çok açıkça gözlenebilir.
Modernizmin merkezi metinlerinden biri olan Çorak Ülke’de (Waste Land) aynı nitelikleri, Birinci Dünya Savaşı sonrası şaşkınlıkları, kentsel hayatın sorunsallarını da içererek taşır.
Quartets’de, zaman ve yeniden varoluş sorunlarını “oda müziği” ritminde dillendirir.
Çok zengin ve mükemmel bir şiir dilini, güçlü eleştirmenliğinde de kullanır.
Toplumsal Muhafazakarlığına gelince:
Bana göre, aslolan, Eliot’un şiirinin ne dediğive geriye ne bıraktığıdır. Siyasal ve toplumsal duruşlar (dönemlerindeki önemlerine rağmen) orta ve uzun dönemde pek kalıcı olmazlar…
Cavafy
SY: Cavafy’e de tiryakiliğiniz açık. Bunda, onun İskenderiye’liliğinin, kendini yersiz yursuz görmesinin, kimlik ve aidiyeti sorgulamasının, hep aynı yere dönen bitmeyen iç ve dış yolculuklarının etkili olması anlaşılır bir şey.
Ama, galiba sizi onun “Truvalı”, yenilmişlerden yana olma özelliği de çekiyor. Ne dersiniz?
Beyrut Kasidesi’nde:
“Cavafy’i kaybettim.
- Neden peki?
-Demişti bana: terk etme İskenderiye’yi,
bir başkasını arama
uğruna”
diyorsunuz.
Bir “yer”e varmak mümkün mü sizce?
Cavafy’i:
“Bizim çabalarımız, felakete uğramaya eğilimli insanların çabalarıdır;
Çabalarımız Truvalıların ki gibidirler”
diyor.
Siz ne dersiniz?
MD: Cavafy’nin yalnız İskenderiye’liliği yok, İngiltere’liliği, İstanbul’luğu, da var. Yunanistan ziyaretleri ise çok seyrek ve gördüklerini pek sevmediği deneyimlerdi.
Yunan’canın yanında, İngilizce ve Fransızca da yazıyordu. Çok ülkeli, çok dilliydi.
Olgunlaşmış şiirine ellili yaşlarda ulaşmıştır. Yapmacıksız, güçlü bir ironiye, konularını basiretle sunan bir şiire sahiptir.
Cavafy’de, eş zamanlı olarak dillendirebildiği, mükemmel bir geçmiş ve bugün duygusu vardır. Bir biriyle çelişen görüş ve duruşları, şaşırtıcı bir ustalık ve dramatik bir sunumla ortaya koyar.
Konuları, ağırlıklı olarak, Eski Yunan tarihinden ve çağdaş İskenderiye’nin günlük hayatından seçer.
Şairlik peşinde olmayan, belki de pek fazla bir şeyin ardına düşmeyen, bir kişiliktir, Cavafy.
Ben, Cavafy’i bulur bulur kaybederim, tekrar bulurum. Bir kez terk ettim “İskendire”yi!
Ortak kültür havzasından gelmemiz, sürekli göçmenlik ve sürgünlüğümüz kuşkusuz bizi yaklaştırmıştır.
Çabalarımızda, Truvalı’lar gibi, “felakete uğramaya eğilimli”. Belki de bu daha belirleyici Cavafy ile olan ilişkimde.
Evet, ben kendimi, “Truvalı” bir şair olarak niteliyorum. İstersen bu konuyu tekrar açarız.
Ritsos
SY: Ritsos şiirini ve kendisini sevdiğiniz bir dostunuzdu. Değil mi? Nasıl etkiledi sizi onunla tanışmanız ve ilişkiniz?
Şiir projenizdeki, “lirik-epik uyumunun birlikteliğii” anlayışınıza açıklık getirdiğini söylüyorsunuz…
Edward’a Elveda’da, ona ilişkin olarak E. Said’e şunu söyletiyorsunz:
“… Yaşayacağız
Öyleyse gel güzel sözcüklerin ustaları olalım
Okurlarını ölümsüz yapan sözcüklerin
dostun Ritsos’un dediği gibi”
MD: Ritsos’u tanımak benim için çok sevindirici bir olaydı. Atina’da, benim şiirime ayrılmış bir toplantıda, ilk kez karşılaştık.
Ve gene orada ilk kez, yıllarca peşinde olduğum “şiir projemin” ne olduğunu, nasıl adlandırılabileceğini Ritsos’tan öğrendim: Lirizm epik, yada Epik lirizm.
Diğer bir deyişle benim lirik ile epik arasında hiçbir çelişki bulamadığımı, görmediğimi daha iyi algıladım: Lirizmin, salt halk ozanlarının romantik şarkılarına indirgenemeyeceğini; epik, destansı olanın da, tek bir “homerik anlatı” üstünde, bir seri kahramanımsı çeşitlemelerden, varyasyonlardan ibaret olmadığını…
Ritsos’un “efsanevi” hayatı, hapisleri, sürgünleri, ülke ihraçları ve tüm bunlara rağmen hiç boyun eğmeyen eşsiz direnişi hepimizi etkilemiş ve bir çoğumuza örnek oluşturmuştur.
Müthiş üretken bir şairdir, aynı zamanda. Yüzün üzerinde şiirsel esere can vermiş, düzyazıda ürünler vermiştir.
Ayrıca Blok, Mayakovski, Essenine ve N. Hikmet’i kendi diline büyük bir ustalıkla çevirmiştir.
Ritsos, günlük olanı, bugün yaşananı, içinde güçlü bir mitolojik ve metafizik boyut yaşatarak, katarak ustaca dillendirmiştir.
Neruda
SY: Üstad Neruda’da neler buldunuz?
“Soracaksın: Leylaklar nerede diye…
Gel kanı gör, sokaklarda durmadan akan.
Gel gör, sokaklarda akan kanı”
diyen gerçekçiliğini mi?
Bitmez lirik akışını mı? Macchu Picch’!nun epik tepelerini mi? Büyük “aşk” ustalığını mı? Yada:
“Kitap, bırak gideyim
İstemiyorum giyindirilmek ciltlerinde.
Yememiştir şiirleri şiirlerim.
Coşku verici oluşumlardan
beslenir onlar”
diyen coşkusunu mu?
MD: Yirminci yüzyılın en büyük Latin ve evrensel seslerinden biri olan Neruda’yı bir kalıba sığdırmak kolay olmasa gerek.
O çok yanlı, çok dünyalı biriydi. Hem eseri, hem de hayat duruşu, direnişçiliği, estetiği ile temayüz etmişti. Şiiri bir çok aşamadan geçmişti:
1920’lerin denetimli erotizmi, 1930 başlarında ölüm-yüklü monologlara geçer, 30’lu yılların ortalarında İspanyol İç savaşını kalbine sokar.
1940’lı yılların ortalarında, Macchu Picchu tepelerine yol alırken, “yalnızlıktan”, “dayanışmaya” varan, kendi ruhsal yolculuğunu dillendirir. Ezilenin yok sayılanın yanında yer alarak.
1950’lerde bölgesini, tarih öncesinden başlayarak, güne taşıyan epik-lirik destanını yazar.
50’li yılların ortalarında, sadenin; basit şeylerin güzelliklerini Odas’lara döker. Son döneminde, kişisel olana ve eşzamanlı olarak “varoluşsala” yoğun bir biçimde eğilir.
Dostu Allende’nin faşist generallerin askeri darbesi sonucu öldürülmesi, onu da aniden öldürür.
Neruda, neredeyse, bir çağı tüm çalkantıları ile yakından yaşayan ve onu büyük bir ustalıkla, yakın dostları Lorca, Alberti, N. Hikmet, Aragon… vb. gibi, şiirleştiren biridir.
R. Char
SY: Şimdi de, Cidaryye’de:
“Rene Char’ı gördüm,
Heidegger ile otururken
İki metre uzağımda.
İzledim onları şaraplarını içerken
ve bahsetmiyorlardı şiirden…
Bir ışık şuasıydı diyalogları”,
ile andığınız R. Char’a gelebilir miyiz?
“Şiir senin daha büyük iyinle, onların daha az kötüsü arasında alevlenir” diyor Char. Çok sevip beğendiğinizi bildiğimiz Char’da neler buluyorsunuz?
Kökeninden kopmamak için verdiği amansız mücadele mi? Yerel, ulusal ve evrensel arasında kurduğu sağlam bağ mı? Direnişçiliği mi?
Son söz peşinde olmaması, kendisini sürekli yenilemesi mi?
Yoksa, sürekli “Düşman”ı “muhalife” dönüştürmeye yönelik barışçılığı mı?
Nasıl çıktı karşınıza Cidarriye şiirinizde?
MD: R. Char, Baudlaire, Rimbaud, Mallarme ve onları izleyen Valery, S. P. Perse, Eluard, Aragon, Michaux ve benzerleri arasındaki en son büyük şairdir. Doruktur.
Beni Char’a özellikle çeken: Kökeni, ulusu ve tüm insanlıkla kurduğu ve bizzat yaşadığı dengedir.
Eşsiz bir şiir dili ve düşünce ustalığıdır. Kişisel ve sanatsal cesaretidir. Yalnızlığı, çok boyutu, yönü, ve çoğul kişiliği içinde barındırmasıdır.
O hem şair, hem direnişçi “yüzbaşı”, hem aşık, hem evrensel insan hak ve hukuku ve dayanışması savunucusu ve sözcüsü, hem de doğanın bekçisiydi.
Sürrealizm ile başlayan şiir serüveni değişik aşamalardan geçmiş, fakat o hep kendi özgün sesi olarak kalmıştır.
Kısa bir süre sonra sürrealistlerden kopmuş (Rimbaud’nun üzerindeki etkisini reddetmeden ve Eluard ile yakın işbirliğini sürdürerek), kişisel, özel hayata, doğaya, evrene ve varoluşsal sorgulamalara (belki de Heidegger yakınlığı buradan geliyordu) vurgu yapan mükemmel bir şiir üretmiştir.
Şiir stili canlı, eliptik ve yer yer kapalıdır. Düzyazı şiirin ve aforizmik yazımın büyük ustasıdır. Toprağı’nın, herkesle, barış içinde, güzelliklerini paylaşmaya hazır olduğu toprağının sevdalısı ve güzel ve derin sesiydi.,
Char sık sık çıkar karşıma. Cidariyye’de de öyle oldu. Nasıl olduğunu bir türlü açıklayamadığım bir gerçeklik içinde “gördüm” onu.
H. N. Bialik ve Y. Amichai
SY: Şimdi de İbranice’nin iki büyük modern şairinden, H. N. Bialik ve Y.Amichai’den biraz konuşalım mı?
Bialik’i okulda (İsrail’de) okuduğunuzu biliyoruz. O’nun Musevi ulusal yeniden uyanışı, Musevilerin çarlık dönemi Rusya’sındaki çileleri, doğa üstüne yazdığı liriklerini ve derin yalnızlığını vurgulamasını nasıl buluyorsunuz?
Y. Amichai, sizin daha çağdaşınız. Çok ortak konularınız ve sorunsallarınız olduğu açık. Onun “Büyük İsrail”e ve özellikle Kudüs’e göndermelerini nasıl karşılıyorsunuz? Annesine, dostlarına, aşka ve değişik dünya kentlerine, günlük hayata ve “sıradan olana” vurgularını beğeniyor musunuz?
MD: Bialik’i okulda klasik şairler arasında okuduk. Klasik sayılan şairlerin müfredattaki şiirlerini ezberlemek zorundaydık. Ben İbranice şiire yakın ilgi duyuyordum. Ama, Bialik sevdiklerim arasında değildi. Onun birincil nostaljisi, bana fazla ideolojik gelmiştir. Onda, kapsayıcı, ergin bir estetik proje bulamadım.
Tüm eseri, neredeyse, “Siyonist rüya” üzerine kurulu olduğu izlenimi verir.
Doğa’ya, haksız çileye, yalnızlık ve sevdaya yönelik şiirinin yeri başka tabii ki. Ama bu şiirlerin ağırlığı genel eseri içinde oldukça sınırlıdır.
Y. Amichai İbranice’nin en büyük çağdaş şairlerinden biridir. Şiirinin beni çeken ve sevdiğim, beğendiğim çok yanı vardır.
Aynı topraklar üzerinde, iki farklı meşruiyet, hak talebi söylemlerimiz dışında, şiir konularımız, duyarlılıklarımız da benzerlik olmasını doğal buluyorum. Neyi savunursak savunalım, son tahlilde, şairiz biz. Bu da küçümsenebilecek bir ortak özellik değildir.
Amichai’de değerli bulduğum özellik: Mitik olanın izini tersten sürmesidir.: Kendi estetiğini, “yer”in basit öğeleri ve olağan, normal bir insani hayattan başlayarak, kurmayı hedeflemiştir.
Bildik ve ortalama olanın peşindeliği beni hep tahrik etmiştir. İbranice’nin klasik geleneklerinin dışında yazar: Kafiye, uyak, kesileme tanımaz, onlara karşı çıkar.
Amichai sürekli kendisini yenileyen bir şiir üretmiştir.
Filistin’in her köşesini Eretz Israel sıfatı ile yaftalaması başka bir sorun. Bu, iki duruş (Filistin ve İsrail) arasındaki çatışmanın salt siyasal ve askeri değil, kültürel de olduğuna işaret ediyor sanıyorum.
Beat Kuşağı Şiiri
SY: Biraz da çağdaş Anglo-Sakson dünyasına ve özellikle ABD’ye dönüp, Beat Kuşağı şairlerini nasıl bulduğunuzu konuşalım mı?
“Biz bu dünyaya, kısa bir an için,
sevginin başdöndürücü ışınlarına
katlanmayı öğrenmeye gelmedik mi?”
diye soran büyük “kahin” William Blake’ten ilham aldıklarını söyleyen bu kuşak ne getirdi şiire?
Bu ”protestocu” ve “düzen-karşıtı” ve farklı hayat tarzı arayışı ne diyor size?
MD: “Beat” Kuşağı şairlerini ilginç buldum ve elimden geldiğince izledim. W. Blake’in dünyası ile onların ki hem zamansal hem de hem de mekansal olarak oldukça farklı. Fakat Blake’in “kahin” yönü karşısında etkilenmemiş kalmak kolay değil…
“Beat” Kuşağı içinde değişik şairlere ve şiirsel anlayışlara rastlıyoruz: J. Keruac’taki hep “yol üstünde”lik ve uçarı hal, A. Gingsberg’de açık sözlü, cesur protestoculuğa; ve L. Ferlingetti’de ise daha sakin ve derin bir sese dönüşür.
Dünya egemenlerinin toprağında, türlü baskı ve yıldırmaları göğüsleyerek, toplum dışına atılmayı baştan kabul ederek yola çıkan bu kuşak şiirinin değeri ve duruşu yadsınamaz sanırım.
D. Walcott
SY: Çağdaş Dünya sahnesindeki hangi şairlere ilgi duyuyorsunuz?
“Toprakta sonlanırız, topraktan başladık…”;
“Gece vakti duyduk
Orman, yapraklardan bir okyanus, boğuyor çocuklarını,
Gene de, biz buraya aitiz. Venus var.
Kaybetmedik henüz…”;
“Birileri yazmak zorunda şiirlerini senin…”
diyen, Derek Walcott’ın özel bir yeri var siz de sanırım. Bunu biraz açar mısınız?
Onun şiirinde ağırlıkla yer alan kendi ülkesinin(Karaipler’in), toprağının tarihi, siyaseti, görünümleri mi, ondaki belleğin ve yaratıcı imajinasyonun niteliği mi, zaman ve ölüme yaptığı özel derinlikli vurgular mı, insanlığa yaptığı tanıklık mı çekiyor sizi?
MD: Çağdaş şairler arasında Wıslawa Szymborska, Seamus Hearney ve Derek Walcott severek izlediklerim arasında.
Farklı kültür ve şiir anlayışlarına sahip bu şairler günümüz dünya şiirine önemli katkılar getirdiği düşüncesindeyim.
D. Walcott’a özel bir ilgi duyduğum doğrudur. Walcott’u benim için ilginç ve çekici kılan yönler şunlardır: Bir “evrenler komşuluğunu” dillendirmesi; konuları; dili kullanımı ve ona yaptığı katkılar (İngiliz dilinin doğrudan ürünü olmadığı halde-ana dili İngilizce olmamasına rağmen-bu dile mekanın ve zamanın katkılarını getirerek onu zenginleştirmiştir.)
Ayrıca, dünyanın metaforik temsilinin zengin biçimlerini sunuşu. Tüm bu özellikler, D. Walcott’u bizlere yaklaştırıyor ve aramızda sıcak bir bağın oluşmasını sağlıyor sanırım.
W. Szymborska
SY: Bir Kadının Portresi’nde
“Hoşnut etmeye gönüllü olmak zorundadır.
Değişmek zorundadır hiçbir şey değişmesin diye.
Kolaydır, imkansızdır, zordur, denemeye değerdir.
Gözleri gerektiğinde bir deniz mavisi, gerektiğinde gridir.
Siyahtır, oyuncudur, sebepsiz yere yaşla doludur…
Ellerinde kırık kanatlı bir serçe tutar…
Nereye koşuyor böyle, yorulmadı mı?...”
diyen W. Szymborska’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?
MD: W. Szymborska’nın sürekli yeni temalar ve teknikler ortaya koyuşu , serinkanlı ciddiyeti ve eşzamanlı ironisi; gerçekçiliği ve yaratıcılığı; zengin konuları ve (benim gibi), kendinden bahsetme alanındaki isteksizliği, eserinin onun adına konuşmasını yeğlemesi, şiirlerini yorumlamaması ve şiir teorisyenliği peşine düşmemesinin beni etkilediğini sanıyorum.
Ayrıca, Szymborska, alçak gönüllü, tüm acılar ve güçlükler (İkinci Dünya Savaşı, Nazi İşgali ve zülmü, otoriter rejimler, vb.) karşısında bağışlayıcı, güler yüzlü, ama hep dik duran bir kadının sesidir. Şairin ve şiirin ayrıcalıklı bir konum edinmesine karşı olan biridir. Zamana, hayata ve evrensele odaklıdır.
S. Heaney
SY: S. Heaney’in nesi çekiyor sizi? Yerel’e, kırsal’a, toprağa, kimliğe ve dile karşı duyduğu bağlılık mı? Usta şiir eleştirmenliği mi?
“Şiir yazarım/Kendimi görebilmek için”
demesi mi? Yoksa,
“Gömdüler bizi kefensiz ya da tabutsuz
ve Ağustos’ta arpa fışkırır o mezardan”
diyerek halkının acılı tarihini dile getirmesi mi?
MD: Günümüzün en büyük şairlerinden biri olan Heaney pastoral bir dünyada başlattığı şiir deneyimini, daha sonra bu dünyanın şiddet tarafından tehdit edilen halini dillendirerek devam ettirir.
Bunu takiben Kuzey İrlanda’nın yaşadığı siyasal şiddete eğilir. Ancak bunu yaparken, insani çileyi ve kayıpları dile getirirken, “estetik ihtiyacını” hiçbir zaman geri itmez, görmezlikten gelmez.
Bu olguya derin bir tarih tarihi perspektifle, mit, bellek ve antropolojik öğeler kullanarak yaklaşır ve özgün bir karışım yaratır. Yeats’dan sonraki en büyük İrlanda’lı şairdir. Bir şiirsel ruhun ustası. Dil ve toprak aşığı. Yerel ile evrenseli yakınlaştıranlardan. Virtüözlük ile gerçekliği çok iyi harmanlayan bir hüner ehli.
Ayrıca, bu alanda az rastlanan ilklerden biri: İyi şairliği, iyi eleştirmenlikle, kuramcılıkla bağdaştıranlardan.
Genç Kuşak Şairleri
SY: “Genç Kuşak Şairleri”ne nasıl yaklaşıyorsunuz? Onların dünyaları ve şiiri, kişisel bunalıma/açmazlara, “marjinalliğe” yönelik öncelikleri size ne diyor?
MD: Genç kuşak şairlerini ilginç buluyorum. Bu şairlerde özellikle olumlu ve değerli bulduğum şey: Kendi küçük tasalarını, kırılganlıkları, özellerini, marjinalliklerini dillendirme iradeleridir.
Bu yönleri, onları, bizim kuşağımızın deneyim ve duruşundan bir hayli farklı kılıyor. Burada onların “anlam kavrayışlarındaki” farklılıktan söz ediyorum. Bu özelliğin şiire yeni bir zenginlik getirebileceğine inananlardanım.
Sağlam bir marjinal duruşun, bizzat kendisi, şiire önemli katkı getirmeye aday bir hal, bence.
Ancak, bu mantığı uca taşımamak gerekir sanırım.
Diğer bir deyişle, şiirin “anlamsızlığın anlamından başka bir anlamı olmaması” yaklaşımına saplanmamak gerektiği düşüncesindeyim.
Çünkü, anlama karşı, bu tür bir başkaldırı, insanın özgürlüğünü, insanlığın ortak davasını tehlikeye sokabilir.
Şiirin Doğuşu ve İnşası
SY: Sizde “şiir nasıl doğuyor”? Siz şiirinizi nasıl inşa ediyorsunuz?
Hangi mimariyle, ne tür bir altyapı ile, ne tür taşlar, hangi müzik ve resimle, hangi sözcükler, ritim, ahenk ve ses ile, ne tür tema/konu, düşünce, duygu ve sezgilerle, nerelerden gelen bir ilhamla..?
MD: Ben üç tür şiirsel bilme, anlamanın varolduğunu düşünüyorum: Sezgisel, vizyoner ve analitik. Şiir, doğal olarak, ilk iki türden beslenir, ama üçüncüden de, analitik olandan da pekala yararlanır.
Şiirsel süreçlerin temelinde sezgi ve vizyon vardır. Fakat bunlar analitik bilgiden kendilerini tümüyle özgürleştiremezler.
Şiir değişik biçimlerde doğar ve bu da bizzat şairlere bağlı bir şeydir…
Ben de şiir imaja dönüşecek bir sezgi ile başlar. Diğer bir deyişle, buğulu ve düşsel bir “imajlar suit”i biçimini alır. Fakat, bu yetmez. İmajların kendilerini ritimlere dönüştürmesi gerekir. Böylece şiir, diğer farklı edebi türler arasında, kendi öz yolunu bulabilir.
Şiirsel yazımın güçlüğü de burada yatar. Şiir, kendini şiir olarak bulabilmeli, keşfedebilmelidir. Bir şiirsel kimlik edinebilmelidir.
Bende bunu yapan cadance, tonlama, ahenktir. Onsuz, “müzikal notalar” olmaksızın, hiçbir şey yapamam şiirde. Ne kadar düşünce, sezgi ve imaj biriktirmiş olursam olayım.
Kuşkusuz, hiçbir yazım düşünce içermeden var olamaz. Şair ise sadece dil ile başlamaz. Fakat, aynı zamanda tarih ile , kültürle ve gerçekle başlar.
Yazar varlık kendinde tek değildir. Çoğuldur. Şiir yazmak bilinçli bir eylemdir. Fakat, bu eylem şiirsel olandan koparsa, şiir bir tezler yığınına, belki de bir “felsefe el-kitabına” dönüştürebilir kendini.
Ben, şiirimin “inşasında” kilit olarak ritmi görürüm. O beni şiir yazmaya kışkırtır, tahrik eder.
Şiirimi inşa ederken, kısa yada uzun olsun, onu öncelikle mimari de kurarım. Yetersiz yapılandırılmış şiir her yöne kayma riski taşır. Şiirin bir armatüre, temel iskelet ve çatıya sahip olmasını severim.
Böylece, yüzeylerle derinlikler arasındaki ilişkiyi , ritim, imaj ve metafor arasındaki ilişkiyi daha doğru tanımlayabilirim.
Daha önce söylediğim gibi, şiirim ritim ile başlar. İlk satırı yazarım ve gerisi bir çırpıda gelir. Akar gelir. Sonra, değişikliklere başlarım ve şiir başka bir şiir olur, başka bir şiire dönüşür.
İlham’a gelince: İlhamın varlığına inanırım. İlhamın tanımı kolay bir iş değildir. Bana göre ilham, bilinçdışının kendi sözcüklerini bulmasıdır.
Ancak, oturup ilham beklemek yerine, onu kendine çekmek, kışkırtmak gereklidir sanırım. Aynen, tüm gizemli ve bilinmez olanı, daha açık görebilmek umudu peşinde olduğumuz anlarda yaptığımız gibi.
Şiirsel motivasyonun kendi sırrı vardır. Ve bu sır, tehlike taşımayan bir sır değildir.
Tema’ya gelince: Düşünceler temayı belirlemez, fakat ona yaklaşma biçiminin tayin edicisidirler.
Temasız şiir, kendi kendine yeten şiir, yüksek bir dilbilimsel tansiyona sahiptir: Dil, şaire karşı, başkaldırır. Ve şair onu yola getirmeye kalkışır. Şair onunla baş edebileceğini sanır, fakat bu bir yanılsamadır sadece.
Çünkü gerçekte egemen olan dildir. Dilin hafızası uygun bir sistemi ve uzun bir tarihi vardır. Şairin umut edebileceği, dili yeniden canlandırma, onu tekrardan ve sıradanlıktan kurtarma olabilir, ancak.
Heidegger: “Şiir yada şair dir, dili varkılan” demiyor muydu?
Benim için gerçek ve daha güç olan soru şu: “Beyaz sayfa üstünde, nereye, yeni bir şey ekledim?”
Gerçek şiir o kadar çok değil!
Ben bir çok şiir dünyasında dolaşıyor ve yaşıyorum. Yeryüzünden gökyüzüne, günlük olandan metafiziğe, aşka, varoluşa… Tüm bu alanlarda dolaşırken retorikten, lexikografik (sözcüklüğe değgin) olandan, mümkün olduğunca, uzak durmaya çabalıyorum.
Sade ve akışkan bir dille yazmaya çalışıyorum. Şiirimde kafiye, uyak aramam. Onu, kocasıyla zorla evlendirilmiş kadına benzetirim.
Biliyorsun, şiir yazmak hiçte kolay bir uğraş değil. Rilke: “Bir dize yazabilmek için, bir çok kenti dolaşmayı, bir çok şeyi gözlemlemeyi ve pek çok çiçek toplamayı” gerekli görüyor. Haklı olarak!
Büyük şiir, bir dünya vizyonunu güçlü biçimde ortaya koyar. Şairin kendi kaygı ve sıkıntılarını dillendirmesiyle tatmin olmaz, yalnızca.
Bu nasıl gerçekleştirilebilir? Gerçek güçlük burada yatar. Böyle bir vizyondan mahrum olan, tarihsel ve felsefi sorgulamaları içermeyen şiir, zayıf, kırılganlığa mahkum olacaktır.
Fakat, salt tezler formunda, entelektüel referansları içeren bir şiir de, şiir olamayacaktır. Beyinselden, duyumsala aktarılmadıkça…
Şiir ve Nesir İlişkisi
SY: Şiir ile Düzyazı/Nesir ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Özellikle son dönem şiirinizde düzyazı ile ve düzyazınızda (Unutmak İçin Hatırlama örneğinde olduğu gibi) şiir ile iç içelikler, yoğun alışverişler gözleniyor. Bu ne tür bir gelişme sonucu oldu?
Kuşatma Altında şiirinizde Şiir ve Düzyazı’ya: “Uçun birlikte” diyorsunuz.
Uçabiliyorlar mı?
MD: Bana göre, şiir tüm diğer anlatım sanatlarının meşru babasıdır. Şiir tümüyle diyalog içindedir. Kuşkusuz, düzyazı şiirden daha önemsiz değildir. Şiirden daha geniş bir özgürlük alanına sahiptir.
Ben, şiirde müzikaliteyi seven biri olarak, gene de, şiirle düzyazı ayırımını, belirli ölçüde kalmak koşuluyla, savunanlardanım. Belki de, ilk yetiştiğim şiir geleneğpi olan klasik Arap şiirinin sevip beğendiğim ritmidir beni böyle düşündüren.
Kendi şiirsel gelişmemde, özellikle, son dönem şiirimde, düzyazı ve şiirin sürekli diyalog arayışı var. Bilindiği gibi, bu diyalogun öncülerinden biri ve büyük ustası T. S. Eliot’dur.
Benim anlayışıma göre, şiir ve düzyazı ilişkisinde, şiir dişil, düzyazı ise eril rollere sahiptir.
Gerçekte, tüm yazım biçimleri belirli bir ahenk içerir. Bu özellik salt şiire özgü değildir. Gerçek sorun, bu ahengin nasıl duyulur ve görülür kılınabileceğinde yatar.
Ben, “şarkı” gibi söylenebilecek, yazımı sevenlerdenim.
Niye uçamasın şiir ve düzyazı birlikte, “Bir kırlangıcın iki kanadının kutlu ilkbaharı taşıdığı gibi” yapabiliyorlarsa?
Üstad A. H. Al-Tawhidi:
“En güzel söz söyleme biçimi, kendini düzyazıya benzeyen bir şiir ile şiire benzeyen bir düzyazı arasında konumlandırabilmiş olandır,” demiyor mu?
Siyasal Şiir
SY: Siyasal şiir size ne söylüyor?
MD: “Siyasal Şiir”, tek başına, bana hiçbir şey söylemez.
Şair öncelikle, kendi işini, mesleğini yerine getirmelidir. O’nun, şair olarak oynayacağı başka bir siyasal yada sosyal rol yoktur.
Salt siyasal şiir, olağanüstü durumlar dışında, varlık nedeni sınırlı olan bir girişimdir.
Kuşkusuz siyasal olan, tümüyle şiirden koparılamaz, ondan soyutlanamaz. Hepimiz bir siyasal düzen içinde yaşıyoruz, ondan etkileniyor ve onu etkilemeye çalışıyoruz.
Burada gerçek sorun, nasıl, doğrudan siyasal olmadan, siyasal boyutla baş edilebileceğidir.
Şiirin Geçirdiği Aşamalar
SY: Şimdi de şiirinizin evrimi, geçirdiği aşamaları biraz açabilir miyiz? Bir dostunuz, şiirinizin evrimini, şiirsel parkurunuzu şöyle değerlendiriyor:
- 1960’lı yıllardaki “İlk Gençlik Dönemi”,
- 1965’li yıllardaki “Devrimci Dönem”,
- 1965-70 yıllarındaki “Devrimci-Yurtsever Dönem”,
- 1970-80 arası “Estetik Dönem”,
- 1980-85 arası “Epik Dönem”,
- 1985-90 arası “Lirik Dönem”,
- 1990-95 arası “Lirik-Epik dönem”
- 1995 sonrası “Bağımsız Temalar Dönemi”
Bir diğeri, özetle: Lirik, Epik, Trajik başlıklar altında veriyor şiirinizin gelişimini.
E. Said, şiirinize 1980’li yıllar öncesi ve sonrası tarzında yaklaşıyor.
Ne dersiniz? Bu tür bir kesin ve keskin aşamalandırma olanaklı mı? Sizce, sanatsal ve düşünsel yaratıda böyle kesin “kopuş”lar olabilir mi? Yoksa süregelen bir gelişim içinde kendini gösteren belirli dönüşümler, aşamalar mı söz konusu olan?
MD: Ben aşama aşama doğan bir şairim. Ve bu uzun, çetrefilli yolda yürüyüşümü sürdürmeye kararlıyım.
Şiirimin gelişiminde niteliksel kopuşlar aradım hep. Ancak bunu kendi şiir tarihimden, birikimimin etkilerinden soyutlamak ne kadar olanaklı? Bunu pek bilemiyorum.
Belki bunu biraz daha uzun bir geleceğe bırakarak değerlendirmek daha doğru. Burada “mesafe sabrı” önemli sanırım.
Kendi tarihimin, kültürümün beşiğinden kopmamaya çalıştım sürekli. Ancak, zamanın getirdiği değişimlere, evrensel şiirin peyzajının ahenklerine de oldukça duyarlıyım.
Biraz fazla basitleştirmeye giderek, şiirimin aşamalarını: 1970 öncesi, kendi ülkemdeki aşama; 1970-82 arası ülke dışındaki aşama ve 1982 sonrası aşama olarak gösterebilirim.
Günümüzde şiir ciddi, kaçınılmaz olan değişimlere uğradı. Çağdaş edebiyatta “kahramanlar” önemli bir değişime uğradı. Çağdaş “kahramanlar” sıradan insanlardır artık. Şair, artık bir “kurtarıcı”, Mesih yada peygamber değil. O da sıradan, normal bir bireye evrildi.
Şiir de kendini yeniledi. Daha mahrem, alçakgönüllü, insanın insaniliğine daha çok vurgu yapan bir nitelik kazandı. Ölümü değil, hayatın sevdasını öne çıkarır oldu. Benim şiirsel gelişmemde bu olgu gözlenebilir sanırım.
Çok Sıfatlı Şairlik
SY: Sizin için, “direnmenin şairi”, “sürgünün şairi”, nitelemeleri yanı sıra, “anlamın şairi”, “filozof şair”, “hümanist şair” gibi nitelemeler yapılıyor. Ne diyorsunuz?
MD: Hoş şeyler söylemişler, sağolsunlar! Ancak ben bu sıfatları ne kadar hak ettiğimi, yada bunlara ne kadar uygun olup olmadığımı bilemiyorum.
Ben kendimi, bir kalıp içinde hapsedebilecek, durağan ve açık uçlu olmayan yazımdan hep uzak tutmaya çalıştım.
Bunu ne ölçüde gerçekleştirebildiğimden emin değilim.
Kendimle tatmin olmayan biriyim.
Şiirimde düşünceye, anlama, insaniliğe sürekli yer vermeye çalıştım. Bunu, daha çok, iyi, kalıcı, estetik değeri gelişmiş bir şiire ulaşmak için yaptım. Hep o nitelikte bir şiire varmayı hedefledim.
Adı geçen öğeler (düşünce, anlam, hümanizm v.b.) iyi bir şiirin oluşumuna katkıda bulunabildiği sürece anlamlıdır bence. Yoksa o işleri kendi alanlarının ustalarına bırakmak gerekir sanırım.
Her şey olmaya çalışmak, hiçbir şey olamamaya varabilir kolaylıkla.
Şiir ve Felsefe/Şair ve Filozof İlişkisi
SY: Burada, biraz, şiir ve felsefe, şair ve filozof ilişkisine eğilebilir miyiz?
Bu konunun tarihinin çok eskilere gittiği malum. Yirminci yüzyılda bu alanda düşünce yürüten; ve felsefe ile dil’i ve düşünce ile genel olarak sanat ve edebiyatı ve özel olarak da şiiri yaklaştıran üç filozoftan bahsetmek mümkün (kuşkusuz başkaları da var).
İspanyol, iç-savaş sürgünü kadın filozof Maria Zambrano’ya göre: Felsefe ve şiir, çok eski zamanlardan bu yana, insani düşüncenin kurucusu olan iki temel maddesidir, birbirleriyle çelişmezler, birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar… Filozof ve şair insanın iki yarım parçalarıdır. Bütünsel insan ne tek başına şiirde, ne felsefede karşılığını bulabilir. Şiirde doğrudan somut insanı, bireyi buluruz; felsefede ise evrensel tarih içinde varoluş iradesi içinde olan insanı buluruz…
Alman Martin Heidegger’e göre: Şiir varlıkta büyür ve onun hakikatine ulaşır… Dil, sahih düşünmenin sözü, doğası nedeniyle şiirseldir. Onun şiir biçimini alma zorunluluğu yoktur… Sonuçta düşünen şair ile şiirsel düşünür arasında herhangi bir temel fark var mıdır?
Şair düşünmek ihtiyacında değildir; düşünür de şiir yaratmak zorunda değildir; fakat birinci sınıf bir şair olabilmek için şairin gerçekleştirmesi gereken, üstesinden gelmesi gereken bir düşünce vardır; ve temelde, birinci sınıf düşünürün de gerçekleştirmesi gereken de aynı tür düşüncedir, öyle bir düşünce ki şiirin tüm saflığına, gücüne ve sağlamlığına sahip olan ve söyleyişi şiir ola düşünce…
Cezayirli-Fransız Jacques Derrida’ya göre: Şiir bir kirpiye benzer. Yan yollarda, patikalarda, otoyollarda dolaşmaktan zevk duyan bir kirpi. Düşünce, bilgi ve kültürle çok sıkı ilişki içinde yaşayan; gözden uzakta olmaktan çekinmeyen/yoğun yalnızlıklardan ürkmeyen bir kirpi. Yere yakın, alçak gönüllü, sırtını dünyaya ve kendisine çevirmiş…
Şiirin başlangıç noktası, kalptir. Ona göre tanımlanabilir ancak. Şiir belleğin tutumluluğu ile de yakından ilişkilidir: Kısa ve eksiltilidir.
Sizin de bu alandaki çabalarınızı ve bunların şiirinize yansımalarını (özellikle son yirmi yılda) biliyoruz.
Ne dersiniz?
MD: Şiir ve felsefe ilişkisi insanoğlunun kadim konularından birisi. Üzerinde çok konuşulup, tartışılmış ve yazılmış bir alan. Eski Yunan’ın (Plato, Aristotoles…) temel uğraş alanlarından biri.
Şiir ile felsefenin, şair ve filozofun, son tahlilde, ortak bir hedefi, ortak bir paydası var: İnsanı, varlığı, varoluşu sorgulama, kavramaya çalışma, dillendirme, onunla yüzleşebilme ve baş edebilme…
Ayrıca, Heidegger’in büyük bir ustalıkla vurguladığı “dil” gibi ortak bir araçları var. Bilgi, anlama, tecrübe ve benzeri ortak donanım ihtiyaçları var. Birbirlerinden yararlanmaları ve beslenmeleri kuşkusuz her ikisine de büyük katkılar getirebilir.
Bütün bunlarla birlikte, felsefe ve şiir kendi ayrı kimlikleri, nitelikleri ve araçları olan iki dal…
Şiirin ne olduğu, nereden geldiği, önemli ölçüde, bir muamma, bir bilinmez olduğu halde; felsefe daha çok bilinir olan, bilinçle, birikimle işe koyulan bir uğraş.
Ayrıca, şiir ve felsefenin kullandığı yöntemler ve araçlar çok farklı.
Şiir daha çok bir “karşılaşma”, bir bağış, bir tür inayetle açığa çıkan bir hal. Çoğul yöntemli ve araçlı bir uğraş. Kuralları, sınırları pek belli değil. Ucu hep açık…
Felsefe ise, büyük ölçüde, bir sorgulama, belirli bir yöntemle yönlendirilmiş, araştırma ağırlıklı bir çaba.
Şiir ile felsefeyi birbirine yaklaştırmanın ( bu bir zorunluluk olmasa da) hiç birine zarar getirici bir girişim değil, aksine her ikisini de daha güçlü kılacak bir durum.
Ancak birbiri içine iyi yedirilmeden, ayrık bir biçimde ve anlayışta durmaları onların niteliğini ve özgünlüğünü bozar. Özellikle şiiri zedeleyebilir. Onu bir elkitabına dönüştürebilir.
Benim1980’li yılların ortalarından itibaren derin düşünceye, varoluşsal sorunlara, soyut sorgulamalara daha yoğun bir ağırlıkla yaklaştığım doğrudur. Ve bundan çok memnunum. Beni ve şiirimi daha anlamlı ve evrensele daha çok yaklaştıran bu yolu geliştirip sürdürme arzusundayım.
Ancak bu oldukça zorlu ve zahmetli bir uğraş. Büyük bir birikimi, özümsemeyi, arınmayı ve sürekli kendini yenilemeyi gerektiriyor.
“Sahih, otantik dilin, sihirsel gücünü kötü kullanımla kaybetmemiş olan dilin”, şiirselliğine inananlardanım. Aynı zamanda, bunu iyi şiire dönüştürebilmenin gerektirdiği yoğun çabanın da farkındayım. Gerçek şiirin de insan oğlunun yaratıcı güçlerinden biri olduğundan da kuşku duymuyorum.
Bizim coğrafyamızın (Orta-Doğu ve Batı-Asya) felsefe geleneğini (başlangıçtaki etkinliğine rağmen ve özellikle Ibn Rüşd sonrası) uzun yüzyıllar boyunca kenara itmesinin, bireye, sorgulamalarına, özgür düşünceye getirdiği sınırlamaların, bizleri önemli ölçüde bu alanda donanımsız bıraktığı bir gerçek.
Bu durum, bir ölçüde, sufizm ve heteredoks akımlarca kırılmış olsa bile, bu alanda önümüzde kat etmemiz gereken uzun bir yol olduğu açık.
Temel Şiir Temaları
SY: Temel şiir ve diğer yazım temalarınız, sözcük ve kavramlarınız arasında sıklıkla şunlarla karşılaşıyoruz: “Toprak”, “tarih”, “kimlik”,
“sürgün”, “yabancı”, “dost”,
“aşk”, “ölüm”, “Filistin”,
“kuşatma”, “direniş”, “hayat”,
“kuyu”, “çadır”, “rüya”,
“yıldızlar”, “ay”, “yeryüzü”,
“gökyüzü”, “dil”, “müzik”,
“diyalog”, “estetik”, “evrensel”…
Bunların bazıları üzerine, biraz daha ayrıntılı olarak eğilebilir miyiz?
MD: Memnuniyetle…
Toprak
SY: “Toprak” ile başlayabilir miyiz? Ne diyor size toprak? Size “mecnun-u-turab” (toprak tutkunu) diyorlar. Bu doğru mu?
MD: Toprak benim ilk annem. Ondan doğdum ona döneceğim. Toprak bizim somut gökyüzümüzdür. Ben de “yurt” sembolüdür, aynı zamanda. Toprak tüm özlemlerimiz ve geri dönüş rüyalarımızdır.
Fakat toprak, sadece, sınırlandırılmış bir mekan parçası, “belde” yada “yurt” olarak görülmemelidir. Toprak eş zamanlı olarak büyük “Toprak Anamız” olan dünya toprağıdır. Ve o, benim uğraşımın temelidir.
Toprak bir sentezdir: Şiirin kökeninde vardır. Onun maddesi ve dilidir. Toprak ile dil, zaman zaman, birbirinden ayrılamaz, iç içe girmiştir. Toprak şiirin fiziksel varoluşudur.
Tarih
SY: “Tarih”e nasıl bakıyorsunuz? Unutmak İçin Hatırlama’da: “Kim yazacak dilin tarihini, Yosunların tarihini?” diye soruyorsunuz.
Bu Bir Şarkıdır şiirinizde:
“Tarih galip kralların hikayesinden-
başka ne der”
diye soruyorsunuz.
Bir başka şiirde:
“Tarih alay eder hem kurbanları,
hem de kahramanlarıyla.
Geçerken bir göz atar onlara ve devam eder yoluna”
diyorsunuz.
MD: Tarihe gelince; bir çok farklı tarih görüşü ve onların sorgulanması var. Tarihin bir finalitesi (erekliği) var mı? İlerlemeye doğru bir yol izliyor mu? Özünde ilerlemeci mi? Yoksa, aksine, anlamsıza mı işaret ediyor?
Entelektüel eğitimimiz bizi tarihin spiral bir biçimde ilerlediğine inandırmıştı. Fakat, son atmış yıl içinde büyük ölçüde tarihin anlamsız ve saçma boyutlarına tanık olduk.
Belirli ilerlemelere rağmen, tarih bize, (insanın ancak ironi ile baş edebileceği) korkunç, inanılmaz gerilemeleri de gösteriyor.
Tarihin egemenlerce, efendilerce yazıldığı yada yazdırıldığı ve salt onların gözüyle ortaya konduğu açık bir gerçek.
Bugüne dek, bize “kendi tarihimiz” olarak sunulan tarih, galiplerin kendi dilleriyle yazdıkları tarihtir. Yenilenlerin, kaybedenlerin, unutulmuşların tarihi hala yazılmayı bekliyor.
Öyle değil mi? Tarihin oldukça “alaycı” bir doğası yok mu?
Ayrıca, tarihi şiire dökmeye gelmez diye düşünüyorum. Çünkü “tarihçi”, kurbanlarını isimlendirirken yüksek ateş ürpermeleri geçirmediği gibi, “gitarın ezgisini” de pek dinlemez. Ve ne şevkati ne de sezgisi vardır. Tarih’in derin düşünmeye vakti yoktur. Ne aynaya sahiptir ne de ayrı bir yüze. O: hayali bir gerçekliktir
Kimlik
SY: “Kimlik” bugün size ne diyor? Haklı olarak, 1960’lı yıllarda “Yaz! Ben Arab’ım …” ile çıktığınız kimlik mücadeleniz de nasıl bir evrim oldu?
Huriyye’nin Dersleri şiirinizde anneniz: “Bırak artık dedenin siyah kepine özlem duymayı” diyor; ve son şiirlerinizden birinde: “Kimlik bıraktığınız mirastır, size bırakılan değil” diyorsunuz.
Cidariyye’de: “görmezlikten gel kabilesel bayrakları” diyor size hemşireniz.
Filistin’lilerin uzun yıllardan beri süren, efsanevi ve acı dolu haklı toprak ve kimlik mücadelesini ve benzerlerini ayrık tutarsak, son dönemlerde hemen hemen her alanda ortaya çıkartılan “kimlikçi” duruşlara nasıl bakıyorsunuz?
Bu durumun bizleri “insani ortak paydadan”,”farklı kültürleriyle tek insanlık” idealinden uzaklaştırma riski nedir?
MD: Kimlik tarihin ve günümüzün önemli bir sorunsalıdır kuşkusuz. İnsanoğlunun, bireyin bir “onsuz olmazıdır”.
Özellikle, elinizden adaletsizce alınan kimliğiniz için mücadeleniz sizin kutsal haklarınızdan birdir. Aynı biçimde, size, baskı ile giydirilmeye çalışılan “kimliğe” karşı direnmeniz bir haktır.
Ancak, son zamanlardaki, insanları birbirinden koparıcı, ortak insani özü, birlikte varolabilme olanağını tehlikeye atıcı, abartılı kimlik arayışlarına eleştirel bir yaklaşımla bakmak zorunluluğu vardır düşüncesindeyim.Buradaki hassas çizginin çok iyi çizilmesi gereklidir.
Benim özel durumuma gelince: Ben, henüz, bana geri verilmeyen ve horlanan Arap ve Filistinli kimliğimin, başlangıçta olduğu gibi, şimdi de peşindeyim.
Fakat, kimliğe bakışım zamanla değişime ve evrime uğramıştır. Kendim ve şiirimin uğradığı gibi.
Şimdi aradığım kimlik, insanlık alemi içinde, evrensele yönelik bir kimliktir. Bunun, benim Arap, Filistinli olmamı zayıflatan değil, daha da güçlendiren bir yaklaşım olduğuna inanıyorum.
Salt bizi bırakılan, verili, dar tanımlı bir kimlik artık bize yetmemektedir. Zaten yetmediği açıkça ortada…
Ben “kimliğimizin yazılma süreci içinde olduğu” kanısındayım. Ve bizim icat edebileceğimiz, keşfedilebileceğimizle yerini bulacağına ve zenginleşeceğine inanıyorum.
Geçmişe, taşıyamayacağından daha fazla yük yüklemeyi, haksız buluyorum.
Dil
SY: “Dil”e çok önem veriyorsunuz. Görürüm Uzaktan Gelen Hayaletimi şiiriniz de:
“Anadilime diker gözümü bakarım” ve
başka bir şiiriniz Muallaqat’da:
“Ben kimim? Bu başkalarının sorduğu fakat
cevap veremediği soru.
Ben kendi dilimim…”
diyorsunuz.
Kendi diliniz olmak nasıl bir şey? Büyük Usta F. Pessoa’da: “Ülkem Portekiz dilidir” demişti.
Siz ne tür bir dil peşindesiniz?
Huriyye’nin Derslerin’de “iki dillilikten” bahsediyorsunuz: Sözel, konuşulan yada halk dili ve yazı yada edebi dil.
Neden “iki dillilik” ? Bunu biraz açarmısınız?
E. Said: “Filistinlileri temsil edebilecek ifade biçimlerinin, temelde, yerleşik-olmayan, melez ve fragmenter (parçalı) nitelikte olması gerektiğine” inandığını söylüyor.
Bu görüşe katılır mısınız? Unutmak İçin Hatırlama’da “Bir dil arıyorum üstüne yaslanabileceğim ve onun benim üstüme yaslanabileceği” diyorsunuz.
Buldunuz mu bu dili?
MD: Benim, secere, soyağacı, kanbağı yada akrabalık gibi bir takıntım yok. Evet, ben “kendi dilimim”. Ne fazla ne de az.
Kendimi dilimin üstünden tanıyorum.Ve dilimi de komşu diller (Roma-Bizans, Fars, Osmanlı…) bağlamında, onlarla ilişkisi içinde algılıyorum.
“Saf ırk”ların ve “saf kültür”lerin varlığına inanmayan biriyim: Ne kendi coğrafyamda (Orta-Doğu’da), ne de dünyanın herhangi bir yerinde. Tam aksine “melezliğin” beni ve kültürümü zenginleştireceğine inanıyorum.
Arapça konuştuğum için, Arapça anadilim olduğu için Arabım. Arabım, çünkü Arapça benim ana dilim. Benim kültürümde “getto” yok. Aksine, çoğulluk var, onların birlikte varolması var.
Ben kendi ülkemi, hatta Devletimi kendi dilimde kurmaya çalıştım. “Hayatımı tek bir bayrağa adamam”.
“İki dilliliğe” gelince: Arap halk dilini, günlük konuşulan dili çok iyi bilmem. Onu iyi bilmeyi çok isterdim. Çünkü bu dil, kaynağa daha yakın, peysajda yan yana duran, daha sade ve insani bir dildir.
Karışık bir dil konuşurum ben. Burada da “saf”lığım yok: Filistin, Mısır, Lübnan Arapçası karışımı bir dil. Adı geçen şiirde, bir gerçeğimiz olan, halk dili ve edebi dil ayrımına vurgu yapmak istedim: Annem Huriyye’nin sade halk dili yanında, benim karmaşık edebi dilim.
E. Said dostumun, Filistinlilerin kendilerini ifade etmede, konumları, uzak ve yakın tarihleri, göçebe ve sürgün hayatlarına uygun biçimlere (melez, parçalı ve yerleşmemiş) başvurması gereği düşüncesine katılıyorum.
Ve ben bunu, kendi eserimde bir ölçüde örneklediğimi sanıyorum.
Evet: Hep bir dil aradım, karşılıklı birbirimize yaslanıp destek olabileceğimiz. Bu dili bulup bulamadığımı bilemiyorum, henüz. Arayışım sürüyor…
Rüya
SY: “Rüya” ne demek sizin için? “Rüyalar bizim tek sözümüz” diyorsunuz Cidariyye’de.
Rüya, Nedir O şiirinizde:
“Rüya, nedir bu?
Nedir bu hiçbirşey, bu
Zamanın yoldan gelip geçicisi?”
diye soruyorsunuz.
MD: Rüya ve rüyayı kaybetmek, benim şiirimde yaşayan bir mittir. Benim tek rüyam, ondan bir tane daha bulabilmektir.
Rüya, hepimizin içinde bulunan bir gökyüzü parçasıdır. Hiçbir zaman, tümüyle pragmatist, tümüyle realist olamayız. Az da olsa, bir parça gökyüzüne ihtiyaç duyarız: Olan ile düşlenen arasında bir dengeyi bulabilmek için.
Rüya şiirin dinidir…
Zorlukla görürüm onu. Ne gerçekliktir rüya, ne de karşıtı. Ne hissedilebilir ne dokunulabilir. Bana sürekli “bekleme beni, eğer ziyaretimi istiyorsan” der…
Müzik
SY: “Müzik” hem özel hayatınızda hem de şiirinizde önemli bir yer tutuyor. Bu nereden geliyor?
Hangi müzik türleri sizi daha çok çekiyor? Adorno gibi “Her şeyin… bir çeşitleme (varyasyon) olduğuna” inanıyor musunuz?
D. Baronboim’in “maestro” dediği, dostunuz E. Said’in bunda bir katkısı olmuş olabilir mi?
MD: Müziğe çok küçük yaşımdan beri ilgi duydum. Şiir’e de, önemli ölçüde, o çekti beni sanırım. Ben halk müziğinin içine doğdum. Ona ve halk ozanlarına süregelen ilgim normal olsa gerek.
Daha sonra klasik Arap müziğiyle tanıştım ve sevdim. Özellikle güçlü güfteleri, nağmeleri hep dolduragelmiştir kulağımı ve ruhumu.
Kahire günlerimde M. Abd al-WAhhab ve Abd al-Halim Hafız gibi büyük müzisyenlerle karşılaştım, dost oldum.
Müzik üzerine daha derinlemesine eğilmem, daha sonra, klasik batı müziğiyle biraz daha fazla içli dışlı olmamla birlikte başlamıştır. O dönemden itibaren, şiirimde ve düzyazımda müzikaliteye, temel bir öğe olarak, yer vermeye çalışıyorum.
Dostum Edward’ın, bu alanda da, beni etkilediğini sevinerek kabul ediyorum. Üstad Adorno’ya katılmaktan başka elden ne gelir?
Bu arada efsanevi Ummi Gülsüm’ü hiç yanımdan ayırmam. O biraz da ruhumuzdur bizim. Feyruz’da çok sevdiğim sanatçı bir dostumdur.
Ben, ayrıca, bir ney sesi düşkünüyüm. Neyzen Tevfik’e de hayranım. Şairliğini tanımıyorsam da henüz.
Diyalog/Diyalojizm
SY: “Diyaloğa”, diyalojizme çok önem veriyorsunuz. Cidariyye’de “Ben rüya görenlerin diyaloğuyum” diyorsunuz.
Nasıl tanımlıyorsunuz onu? Bakhtin gibi: “Sözün dokunduğu anın” sihri olarak mı? “Varoluşun temel öğesi” olarak mı görüyorsunuz onu?
Sizce, “diyalojik bağlamın bir sınırı”, yada “bir ilk veya bir son söz/sözcük” var mıdır?
Diyalog sizde: “Varoluşu hissetmeye” yada “yoklukla baş etmeye” yarıyor mu?
O. Paz: “Diyalog insanidir. Diyalog kutsaldır” diyor. Siz ne diyorsunuz?
MD: Diyaloğa büyük önem veriyorum. Daha doğrusu hak ettiği önemi veriyorum. Ve onu, varoluşumu duyduğum, yaşadığım temel bir öğe olarak görüyorum.
Ben tek başıma değilim bu evrende: Ne zamanda, ne mekanda ne de şiirimde. İçimde bir çokluk barındırıyorum. Bir çokluk, bir kamu var. Diğeri, öteki de var. Ben de, kendim olarak, bir kamuyum.
Gerçeğin çok boyutu, yönü var. Ben tek başıma onun kralı olamam.İçsel çelişkilerim de, dünyada etrafında dolaşan çelişkilerin de ürünü, aynı zamanda. Ben tek renk, tek tarih, tek ülke değilim. Bu diyarda başkaları da var.Bir dış öteki var, bir iç öteki var, komşular var.
Ben kendimi sözlerin, seslerin farklılığına açık tutarım. Onlarla sürekli söyleşirim. Şiir de böyle bir şey olmak durumundadır: Diğerlerini, ötekiyi ağırlayıcı olmak, misafir etmek, farklı ifade biçimlerine alan yaratmak zorundadır.
Sözde ve şiirde sınır yoktur. Son şiir diye bir şey yoktur, son sözün olmadığı gibi. Ufuk hep açıktır. Açık kalmalıdır.
Şiire doğru giden yol da şiirdir. Bir son istasyon söz konusu değildir burada.
“Diyalog insanidir, diyalog kutsaldır.” Evet. Çok sevip saydığım şair, düşünür ve eleştirmen O. Paz çok haklı çok…
Kuşatma
SY: “Kuşatma”, kuşatma altında olmak ne der size? 1982 Beyrut, 2002 Filistin kuşatmalarını yaşadınız.
Kuşatma Altında şiirinde:
“Tutsakların yaptığını yaparız biz,
ve işsizlerin yaptığını:
umut ekeriz”
diyorsunuz.
Yetiyor mu, bu “umut ekmek”, ayakta kalmaya?
Kuşatmada nasıl bir “aralıktır” hayat? Zaman ve mekanın anlamlarında nasıl bir değişim gözleniyor.?
MD: Ne olabilir “kuşatma” ? İnsanoğlunun en acımasızca, zalimce, onursuzca sıkılaştırılmasını, boyunduruk altına alınmasını istemekten başka?
“Ben” yoktur kuşatma altında ve hayat bir aralıktır. Sığınılabilecek tek şey: Umuttur.
Her şeyi altıncı hislerinizle ölçebilirsiniz ancak. Boşuna insanların güvenini hissetmeye çalışırsınız.
Kadınlar buluta bağırır orada: “Ört sevdiğimi. Benim giysim kana bulandı çünkü” diye.
“Kuşatma durumunda zaman mekan olur. Kendi sonsuzluğunda sabitlenmiş biçimde. Kuşatma durumunda, mekan zaman olur. Dününü ve yarınını kaybetmiş halde.”
Tek bir amacınız olur kuşatma altında: “Var olmak.”
Hiç kimse unutulmak istemese de, sizi pekala unutabilirler orada. O karanlığın, o çaresizliğin, o dehşetin içinde.
Ve kuşatma altında sorarsınız sürekli: Ey güçlüler! “ne istiyorsunuz bizden?”
Yabancı
SY: “Yabancı” kimdir sizin için? Şiirinizdeki yeri ve niteliği nedir?
“Ben yabancıyım…Sıfatlarından yorgun…” diyorsunuz? Sevdiğiniz Aeschylus: “Herkes çabucak yabancıyı suçlar” diyor.
Sa’di de Gülistan’ında “Yabancının yabancıdan başka dostu yoktur” diyor.
Siz ne diyorsunuz? Niye siz “Kendi kendine konuşan”sınız?
MD: “Yabancı”nın bende ve şiirimde olumsuz bir çağrışımı yoktur. “Düşman” kesinlikle değildir. İçimizde ve yanımızda yaşadığımız biridir. ,
En güç yabancılık, kendi içinizde taşıdığınızdır. Ve sonra da kendi ülkenizde çektiğiniz yabancılıktır. Aynı toplum, aynı kimlik içindeki…
Daha karmaşık olan yabancı kavramı, “insani duruma” ilişkin olandır: Bu yeryüzünde, hepimiz yabancıyız. İlk yabancımız olan Adem gibi. Kendi kendimize de, iç dünyamıza da, yakınlarımıza da, aşık olduğumuza da yabancıyız.
Halkların karışımı, göçleri, sürgün ve sığınmaları, “yabancıların yol almaları”, birbirine kavuşmalarıdır.
Barış da, (tarihin belirli dönemlerinde sağlanabilmiş kısmi barış da) yabancıların diğer yabancıları kabul etmeleri, tanımaları ile olanaklı olmuştur.
Belirli dönem ve konjonktürlerde kimin gerçek “yabancı” olduğunu kestirmek, belirleyebilmek güçtür.
Kiminle konuşabilir insan sürekli, kendi kendinden başka?
Benim eserimde yabancı, yalnız “öteki” değildir. O aynı zamanda içimdedir. Onun hakkında ötekini reddetmek için konuşmam. O sürekli içimdedir.
Sürgün
SY: “Sürgün”, sürgün birey, “sürgün şair” olmak ne anlama geliyor sizin için?
Siz bir “sürgün şair” misiniz? Sürgün ne zaman bitecek? Bitebilir mi?
Kimim Ben, Sürgünsüz şiirinizde:
“Ne yapacağım? Ne yapacağım
sürgün olmaksızın”
diyorsunuz?
Tüm yarattığı yabancılaştırıcı efektlere, yersiz-yurtsuzluklara, yarım-aidiyetlere, marjinal kalışlara, bitmez özlem ve acılara rağmen; sürgünlüğün insan olmanın tarihine, kültürler-arası diyaloğa, yaratıcılığa büyük katkılar getirdiği açık.
Birçok yazar,şair, düşünür, sanatçı ve radikal siyaset insanlarının hayatında, kısa yada uzun süreli, sürgünlük gözlüyoruz.
Modern Batı’nın düşünce, sanat, edebiyat ve biliminin önemli eserleri sürgünlere ve sığınmacılara aittir. Dante, Marx, Adorno, Popper, Alberti, Vallejo, Aurerbcah, Bunuel… örneklerinde olduğu gibi.
Biz de Seyahat Ederiz Herkes Gibi’de:
“Biz de seyahat ederiz herkes gibi, fakat geriye dönemeyiz hiçbir şeye…
Bizimkisi sözcükler ülkesidir: Konuş, konuş.
Bırak bu seyahatte bir bitiş göreyim”
diyorsunuz.
Görmüyor musunuz bir bitiş “bu seyahatte”, şimdi?
Hüthüt’te:
“Özlemdir sürgünün mekanı…
Bir sürgün yeridir, bu kalbin içi”
Burada bahsettiğiniz bir iç sürgün mü?
MD: Tarihi, insanoğlunun tarihi ile eşzamanlı olan “sürgün” bitmez hiçbir zaman. İster yurtta, ister yurt dışında, ister içinizde, ister dışınızda, bitmez sürgün.
Sürgün’ün çok hali vardır: İçinizde, dilde, ailede, adalet önünde, dünya önünde…. En zorlu sürgün, kendi içinizde hissettiğinizdir.
Sürgün salt mekansal bir durum değildir. Kendi toprağınızda da sürgün olabilir yada sürgün hissedebilirsiniz kendinizi.
Sürgün’ün yaratıcılığa katkısına gelince: Bu olguya tarih boyunca tanıklık ediyoruz. Kendisi, toplumu, kültürü ve kurulu düzen ile “tam uyum” içinde olan birinden yaratıcılık beklenebilir mi? Sanmıyorum.
Yerleşik düzeni ve kurallarını çiğneyici güçlü bir iç tansiyonun varlığı, tüm yaratıların zorunlu koşuludur bence. Ben, sürgünde pozitivite (olumluluk) bulan biriyim.
Kendi sürgünüme gelince: Yakın zamana kadar yaşadığım zorunlu mekansal sürgünün ötesindedir bugün. Bugünkü sürgünüm daha çok bir iç sürgündür, psişik, ruhsal bir sürgündür. Ve pek biteceğe benzemiyor.
Evet. Beni “sürgün şair” nitelemek yanlış olmaz sanırım. Anadilim dışında. Şair olarak sürgünde doğdum. Ve bir çok halini yaşadım.
Sürgünde çok geliştim. Sürgün bana değişik kültürler, halklar ve insanlar arasında bulunma yaşama, onlarla diyaloğa girme olanağı tanıdı.
Sürgün, evin, yurdun geçiciliğini bilir. Ve bunu asla unutmaz. Güvenli görünen, tanıdık olan toprakların, nasıl bir zindana dönüşebileceğini hisseder.
Sürgün, “sınırları” aşarak, yerleşik katı düşünce ve deneyimlerini engellerini hiçe sayar. Tüm dünyayı sürgün edinilen bir mekan olarak görür. Yerel ve ulusal sınırları aşıp evrensele, varoluşsal’a yönelir.
Bir bitiş yok henüz “bu seyahatte”. O sürüyor.
Hüthüt’de, iç sürgün dahil, çok şeyden bahsetmeye çalıştım…
Truvalı Şair Olmak
SY: Siz kendinizi “Truvalı” bir şair olarak, kaybedenlerin, yenilmişlerin, sessizlerin, unutulmuşların, tarihi yazılmayanların şairi olarak niteliyorsunuz.
Nasıl bir şey “Truvalı” şair olmak?
MD: Belirli bir süreden beri, Truvalı şair olmak istediğimi vurguluyorum. Ben, galibiyetin, “zaferin” şairi değilim. Şairi olunacak bir zaferimiz yok zaten.
Ayrıca, kişisel ve şiirsel olarak, yenilgilere alışığım. Onları iyi bilirim. Onların içinde geçti ömrüm ve şiirim.
Galiplerin, muzafferlerin şairi olunabilir mi? Bundan çok kuşkuluyum. Büyük İskender’in yıkıp yakıcı orduları ne tür bir şair yaratabilir?
Kişisel karakter olarak ta, zaferleri ululayacak, onlara övgü yağdıracak, yada şakşaklayacak bir yanım olduğunu sanmıyorum.
Zafer, birilerini, yenerek, ezerek, yok ederek, onursuz kılarak kazanılabilir mi? Bunu da hiç sanmıyorum. Truvalı olmayı, bilinçli olarak seçen biriyim.
Kesinlikle kaybedenlerin, umutsuzların kampındayım. Onların çadırlarında yaşarım.
“Truvalılık”, benim tüm hayatıma, eğitimime, varlık tarzıma, deneyimlerime sürekli olarak sinmiştir. “Kurban”lardan biri olarak sinmiştir.
Truvalı olmakta hayatiyet, canlılık buluyorum. Söylenmeyeni, dillendirilmeyeni ifade etmek olanağı veriyor bana.
Şair de zaten sürekli “henüz söylenmeyenin” peşinde değil midir?
“Yenilgi”, insanoğlunun kaderinin gözlemlenebilmesi için bir olanaktır.
Bana göre, “umutsuzluğun dili” umut’un dilinden daha güçlüdür.
Teselli Edici Şair
SY: Sizin için “avundurucu”, “teselli edici”, “ağıtçı” şair nitelemeleri yapanlar da var.
“Ölüm”e vurgu siz de bir metafor mu, yoksa bir gerçekliğin dillendirilmesi mi?
Ne dersiniz?
MD: Hayır, ben avutan, ağıt yakan bir şair değilim. Ölüm ile kuşatılmış bir şairim sadece.
İçinde doğduğum ve bugüne dek yaşadığım koşullar getirdi bunu. Filistinin tarihi ve kendi özel tarihim, ölüme karşı sürdürülen uzun bir mücadelenin tarihidir.
Ölüm bende bir metafor değildir. Onu tema olarak seçmedim. O kendini üzerime bir gerçeklik olarak empoze etti. Ölüm ile en çok içli dışlı Cidariyye eserim de, özünde, hayatı ve yaşamayı ve onun güzelliğine yakılmış bir ezgidir.
Çok ve Çoğul Okumalar
SY: Çok ve çok yönlü, çoğul okuma alışkanlığınızla da biliniyorsunuz. E. Said bu yönünüze özel vurgu yapıyor.
Bize biraz okumalarınızdan ve alanlarından bahseder misiniz?
Ne tür tatlar veriyor size okuma?
MD: Evet. Çok ve durmadan okuyan biriyim. Okumalarım şiir ve şiir üstüne yazılanlarla sınırlı değil. Tarih, felsefe, siyaset, sosyoloji temel alanlarım arasında sayılabilir. Bol miktarda ve severek roman okurum.
Okumalarımı çeşitlendirmeyi severim. Coğrafya’ya, denizciliğe ve seyahat edebiyatına tutkuyla bağlıyım. Tiyatro ve sinema da bunlara eşlik eder.
Kitabı, insanın en büyük dostlarından biri olarak algılarım. Sürekli konuşabileceğiniz, istediğiniz zaman birlikte olabileceğiniz ve sizi sabırla bekleyen ve hiç küsmeyen bir dost.
Kuşkusuz tüm okumalar aynı niteliği taşıyamaz. F. Bacon’un dediği gibi: “Bazı kitaplar tadımlıktır, diğerleri yutmak içindir ve az bir kısmı da iyice çiğneyip hazmetmek için.”
Entellektüel/Aydın Olmak…
SY: “Entellektüel” olmak, “aydın” olmak ne demek sizce?
A. Gramsci onların “aklın kötümserliği ile iradenin iyimserliğini” birleştirenler olarak görüyor ve aydınların hatasını, “anlamadan ve özellikle hissetmeden ve tutku sahibi olmadan bilmenin olanaklı olduğuna inanmaları” olarak görüyor. Bu düşünceye katılır mısınız?
Adorno, aydınların “kimseye kendilerini temsil ettirmeme” gereğini vurguluyor.
Ve “aydınlar” konusunda büyük katkılar getiren, dostumuz E. Said, onların fotoğrafını şöyle çiziyor: “Yabancı, sürgün, marjinal, amatör, yalnızlık, durumunun üstlenicisi, evrenselin hedefleyicisi, her tür iktidara gerçeği söyleme dilinin konuşanı…”
Siz ne diyorsunuz?
Sizi de, Gramscian anlamda, başlangıçta daha çok “organik”, “national-popular” bir aydın ve giderek genel’e, evrensele yönelen bir aydın olarak niteleyebilir miyiz?
MD: Gramsci, Adorno ve dostum E. Said’in aydınlar üzerine söyledikleri, beni de uzun yıllardan beri etkileyen düşüncelerine, aynen katılıyorum.
Aydınlar, pragmatizmden ve “günlük siyasal gerçekçilikten” uzak kalarak, ilkelerin, ilkeliliğin koruyucusu olmak işlevlerini sürdürmek durumundadırlar.
Tarihte olduğu gibi ve bu gün de tüm dünya, cesur ve gerçek aydın duruşlarına büyük ihtiyaç duymaktadır.
Dostum Edward da bu duruşun, son dönemlerdeki en seçkin örneklerinden biri olmuştur.
Eleştirel, farklı ve zaman zaman “uçuk” düşünmek ve davranmak aydınların görevidir. Bu bir sapkın huy yada mizaç değildir, asla. Bu, sağlıklı bir toplumun temel ihtiyaçlarından biridir. Birilerince üstlenilmesi gereken…
Çok az sayıda da olsa, entelektüel hayatın acılı tadını, asilleştirici, insanlaştırıcı yönlerini bilenler bu hayattan pek taviz vermezler sanırım.
Aydının beyni, sürekli kendini gözetleme altına alır, aman vermez kendisine.
Aydının ruhu da sadece kendine çalışmaz, çalışamaz, uçuşur diyardan diyara, konudan konuya…
Evet. Aydın bir yabancıdır. Hem kendi içinde hem de kendi toplumunda. Yalnızdır. Köşede kalmayı tercih etmiştir. Ona mesafe gerek. Alan gerek. Görebileceği ufuk gerek.
Güncelden, konjonktürelden, medyatik/gösterisel’den uzak olması gerek.
Ben kendimi aydın, entelektüel olarak nitelendirmiyorum. Bu sıfatı çok sevip saymama rağmen.
Ancak, kendi mütevazi hayatımda, ilkeliliğe, dik durmaya, bildiğim doğruyu söylemeye ve ona uygun davranmaya sürekli gayret ettim. Bunu ne denli başarabildiğimi bilmiyorum.
Aydınlığım bir yana, evrensele yönelikliğim kesinlikle doğru sanırım.
Dik Durmak…
SY:
“Ben neysem oyum…
Roma’nın tuz yollarını bekleyen
dalkavuklardan biri değilim”
diyorsunuz bir şiirinizde.
Ayrıca, sizin “dik” duruşunuza ilişkin iki alıntıya daha rastladım. Birincisi: Başkan Y. Arafat’ın Filistin halkından şikayette bulunduğunda, o’na: “Öyleyse siz kendinize başka halk bulun” demeniz.
İkincisi de: “Eğer Y. Arafat Tel-Aviv’i kuşatıp, halkını susuz, elektriksiz bırakmaya kalkarsa, buna karşı direnmek üzere sokağa çıkan ilk ben olurum” demeniz.
Doğru mu bunlar?
MD: Evet. Doğru. Ayrıca, daha fazlası var da var. Fakat bunun ne yeri ne de zamanı burası. Her kendisini insan olarak niteleyen varlığın yapması gereken bu değil mi? Bunda yüceltilecek fazla bir şey yok…
Kuramsal Yazım…
SY: Engin kuramsal, eleştirel birikiminize ve güçlü sezgilerinize rağmen, şiir üzerinde kuramsal, eleştirel yazımdan, teorizasyondan kaçınıyorsunuz.
Bu “fazla” alçakgönüllülük neden? Yoksa, şairlikle bağdaşmaz mı buluyorsunuz eleştirmenliği?
MD: Şiir kuramcılarına büyük saygım var. Ama, bilebildiğim kadarıyla, iyi şairlikle iyi şiir kuramcılığını bağdaştırabilenlerin sayısı hayli az.
T. S. Eliot, E. Pound, P. Valery, E. Montale, S. Heaney gibi istisnai örnekler var, kuşkusuz.
Burada başka bir sorun da şu: Şiir kuramı ile içli dışlı şairlerin, genellikle (belki de kaçınılmaz olarak) kendi şiir deneyimlerini savunan ve diğer deneyimlere yabancı bir duruş sergilemeleri.
Ben, şiir kavramlaştırmamı, bizzat şiirimde, onun içinde gerçekleştirmeye çalışıyorum. Kendimi teorik bir halka içine hapsetmek istemiyorum. Önüm açık olsun istiyorum…
Ayrıca, sanırım bende, bir tür, teorik doku eksikliği var. Belki de kendimi yanıltmaktan çekiniyorum. Belki de bu alanda yeterli donanımım yok!
Çeviri ve Şişir Çevirisi
SY: “Çeviri” ve özellikle “Şiir çevirisi” uğraşına nasıl bakıyorsunuz?
Aslında şairliğin de, bir tür çeviri işi olduğu; sezgi, duygu, düşünce, ve benzerinin söze yada yazıya çevrilmesi olduğu söylenemez mi?
Siz çevirmenini de “şair”, bir “paralel şair” olarak görüyorsunuz.
Bunu biraz açar mısınız?
MD: Çevirinin büyük önemini ve “onsuz olmazlığını” kimse inkar edemez.Ancak çeviri çok zor, çileli ve ciddi sorumluluk taşıyan bir iş. (Burada nitelikli, özgün çeviriden bahsediyoruz, kuşkusuz)
Her dilin kendi yapısı, stili, işaretler düzeni vardır. Çevirmen, sadece sözcüklerin anlamının aktarıcısı, dereden geçiricisi değildir.
Fakat onların yeni ilişkilerinin yapısının, örüsünün yazarıdır aynı zamanda.
Ve çevirmen, yalnız anlamın açık, aydınlık bölümünün ressamı değil, fakat aynı zamanda karanlıkta, gölgede kalanın ve onun neyi esinlettiğinin, telkin ettiğinin de nöbetçisi ve gözetleyicisidir.
Çevirmen, kendini, eş zamanlı olarak, “paralel şair” konumunda bulur, kaçınılmaz olarak.
İki ayrı dil ve deyiş arasındaki bu zorlu diyalog kurma çabası sırasında, yer yer, zaman zaman, her iki dil ve deyişe karşı şu bildik “güzel ve kaçınılmaz ihaneti” işlemek durumunda kalır.
Çeviri şiir, bana göre, sadece yazarının değil, onun “paralel şairi” olan çevirmeninin de malıdır.
Çeviri şiir mümkündür. Ve çok gereklidir: Tüm insanlığın engin şiirsel deneyiminin kapılarını açtığı gibi, farklı dillerin yapı, stil ve benzeri yönlerini geliştirici bir işlev de görür.
Şiir Antolojileri/Seçkileri
SY: “Şiir Antolojileri”ni, Seçkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçki yapmada ne tür sorunlar çıkar karşımıza?
Siz Fransızca’daki seçkinizi hazırlarken ne tür güçlüklerle karşılaştınız?
Daha çok hangi şiirlerinizi bir seçki de görmek istersiniz, bugün?
MD: Bir antoloji, ne kadar iyi yapılırsa yapılsın, bir şairin tüm şiir serüvenini değerlendirebilecek bir olanak sunmaz, sunamaz.
Bir şiir seçkisi, bir şairi “ortalama”, “çok iyi” yada “kötü” olarak gösterebilir.
“Seçme” sözkonusu olduğunda, sübjektiflikten arınmak oldukça güçtür. Ayrıca, zamanla ve kısıtlı “sayfa mekanı” ile de boğuşmak zorundasınız.
Ben de, Fransız Gallimard yayınevine 2000 yılı basımlı seçkimi hazırlarken, bu güçlüklerle karşılaştım.
Ek bir güçlük de, yabancı bir dil ve onun okuru için, çeviri üstünden bir bağ girişimi olma niteliğinden geliyordu.
Bugün, daha çok, son yirmi yılımda ürettiğim şiirime öncelik veriyorum. Bunun nedenini de: Bu dönemdeki şiirimin kalitesinin ve estetik değerinin daha çok gelişmiş niteliğine ve evrensele ve varoluşsala daha fazla yönelik olmasına bağlıyorum.
Bu, daha önceki şiirlerimi reddediyorum anlamında anlaşılmamalıdır. Kesinlikle böyle bir tutum içinde değilim.
Sonuçta hepimiz, hiçbir zaman kaçınamayacağız, kendi tarihleri olan bireyler değil miyiz?
Ödüller
SY: “Ödüller”, edebiyat ve şiir ödülleri size ne ifade ediyor? Bir çok uluslar arası ve ulusal ödül sahibisiniz.
Nobel Edebiyat Ödülü için de adınız çok dillendirildi Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
MD: “Ödül” peşinde olmak, pek sevdiğim ve kendime yakıştırdığım bir şey değili.
Kuşkusuz, takdir edilmek, eğer hakça ve adaletli yapılırsa, insanı onurlandırır. Örneğin: Uluslararası Nazım Hikmet Ödül’üne İstanbul’da layık görülmem bende böyle bir duygu, hoşluk ve sevinç yaratmıştır.
Ancak, “ödülcülük” diye yeni bir işkoluna ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum.
Nobel Edebiyat Ödülünü ne düşündüm ne de rüyasını gördüm. Beni ona layık gören dostlarıma müteşekkirim. Ancak, Borsa’da bir değer olmak benim doğamda olmayan ve şiddetle karşı olduğum bir şey.
Arzu edenler düşebilir bunun peşine. Bu onların bileceği bir iş. Ancak, bir ödülü, ne düzeyde olursa olsun, bir sanatçıyı, yazarı, ya da şairi tek başına iyi yapamaz, kesinlikle.
Bazı insanların, ve biz Arap’ların da bitmez tükenmez bir “imaj” sorunu var.
Bende böyle bir takıntı yok.
Ünlü Olmak ve “Sembol” Şairlik…
SY: Toplu eserleriniz yirmiyi aşkın baskı yapmış, milyonlarca satmış, şiir dinletilerinize binlerce insan katılıyor. Bir çok dünya diline çevrildiniz.
“Ünlü”, sevilen ve sayılan bir şair olmak nasıl bir duygu? Ayrıca bir “sembol” şairsiniz.
Tüm bunlarla nasıl baş ediyorsunuz? Ne tür yükler taşıyorlar kişisel ve yazarlık hayatınızda?
MD: Ben böyle bir “ün”, “şan, şöhret” peşinde asla olmadım. Kuşkusuz, her sanatçı, yazar sesinin daha yaygın duyulmasını ister. Ama bu zorlanacak, peşinde koşulacak bir şey olmamalıdır.
Ben “sembol” olmaktan kurtulma mücadelesi veriyorum, uzun süreden beri. Bu oluşum, yani “direniş”, “dava sembolü” olma, biraz da, benim ve parçası olduğum halkımın yazgısının getirdiği bir şey.
Ben ayrıca, övülmeyi, alkışı ve benzeri abartılardan hiç hoşlanmam.
Şunun da altını çizeyim ki; ben asla kendimden ve yazdıklarımdan tatmin olmayan biriyim. Şiirimi geliştirebilmek için, sürekli yeni bir dil ve ifade biçimi peşindeyim.
Henüz yazmak istediğimi yazmış biri değilim. İçinde yaşadığım tarihsel koşulları aşabilecek, başka bir zamanda da yaşayabilecek bir şiirin ardındayım. Umarım bir gün buna yaklaşırım.
Siyaset
SY: “Siyaset” ne dedi size dün ve bugün ne diyor? Bu alanda, güçlü yeteneğinize rağmen, gönülsüzlüğünüzden, “coşkusuz” oluşunuzdan bahsediyor dostunuz E.Said.
Bu doğru mu? Ne demek istiyor?
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Yönetimi ile ilişkileriniz nasıldı? Şimdi nasıl?
Y. Arafat’ın imajı nedir sizde?
FKÖ ve Y. Arafat’ın bazı temel bildirgelerinin ve konuşmalarının yazarının siz olduğunuzu biliyoruz. Hangilerdir bunlar?
Son dönemdeki Filistin’deki gelişmeleri, radikal bölünmeleri ve eylem biçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son şiirlerinizden birinde: “Düşmek zorunda mıydık bu büyük yükseklikten, ellerimizde kanı görebilmek için, sandığımız gibi, melek olmadığımızı anlayabilmek için? Sergilemek zorunda mıydık dünyanın önünde hatalarımızı?” diyorsunuz üzülerek…
MD: Siyasetin önemi ve bireylerin ve toplumların hayatı açısından belirleyici rolünün bilincindeyim. Belirli bir mesafeden, gerek düşünce ve gerekse eylemini izlerim.
Hiç kimse siyasetle hiçbir ilişki içine girmediğimi iddia edemez. Bu da zaten bir siyaset etme biçimidir, ayrıca.
Siyaset gerçeği algılamanın bir biçimidir de.
Benim hayatımda olduğu gibi, şiirimde de siyasal boyut mevcuttur. Fakat, şiirimdeki siyasal boyut kendini ilan etmez, bağırmaz, imalarla kendini gösterir.
Kültürel yaklaşımdan ve şiirsel hayalden kopuk bir siyaset (ki dünyada egemen olan budur), konjonktürel, anlık ve geçici olanın sınırlandırmalarına mahkumdur.
Ben doğrudan, günlük siyaset yapmayı çekici bulanlardan değilim. Hatta, böyle bir uğraşı, büyük ölçüde, yavan, sıkıcı, zaman alıcı, yabancılaştırıcı bulurum.
Bugün, Filistin Yönetimi de dahil, her hangi bir iktidarla, hiçbir resmi bağım ilişkim yok.
Kuşkusuz, insani, kişisel düzeyde ilişkilere sahibim.
E. Said’in “coşkusuzluk”tan kastettiği, benim içimdeki, vicdanımdaki, hiçbir iktidarın ve yönetimin parçası olmama isteğimdir.
Ben kendi asıl, hayati alanımda, şiir dünyamda, kalmak istiyorum. Bu alanı, şiir yazmamı, şair olmamı sınırlandırabilecek her hangi bir şey (mevki, statü, resmi görev v.b) edinmeye karşıyım.
Ayrıca, ben ne resmi görevler ne de idari sorumluluklar yüklenecek bir doğaya sahip değilim.
Bitmez tükenmez toplantılar, resmi ziyaretler, anlamsız uzun akşamlar, ve organize seyahatlerden hiç hoşlanmam, onları kaldıramam.
Bugünlerde, kendi iç dünyam, mahrem sorunlarım, hayatım, şiirim ve düzensizliğimle meşgul olmak istiyorum, sadece.
Her insani varlık bir çok kişilikler içerir. Ben de içimde “siyasal bir militanlığın” da varlığını inkar etmiyorum. Ama bunun dışlama biçimini doğrudan, günlük siyaset yapma yoluyla değil, eserim, duruşum ve benzeri uğraşımlarımla gerçekleştirmek istiyorum.
Y. Arafat’ı, döneminde, ihtiyacımız olan bir “sembol” olarak görüyorum. Bugün ona nasıl bakılırsa bakılsın, Arafat, Filistin’i ve sorununu evrensel vicdan içine yerleştirme çabasının öncüsü, lideri olmuştur.
Fakat, bugün artık ihtiyaç duyduğumuz yeni “semboller” değil; ama iyi, ehil, akıllı, vicdanlı ve dürüst yöneticilerdir.
Yazarlığını yaptığım belgelere gelince; Bunlar Filistin Devletinin Kurulmasını ilan eden Bildirge; Arafat’ın 1996 UNESCO konuşması; ve Birleşmiş Milletler’deki meşhur söylevidir (bu daha çok kolektif bir üründü.)
Benim en çok beğendiğim ve güzel bulduğum UNESCO konuşmasıydı. Arafat ise Filistin Devleti i lan eden Bildirge’yi çok beğeniyordu.
Filistin’deki son dönem gelişmelerine gelince: Büyük ve uzun süreli sürgünden ve kendini yönetme hakkından mahkum bırakılan çok sınırlı sayıda, çok sınırlı bir toprakta, çok sınırlı yetkilerle “geri-dönüş” macerası yaşayan ve bunu da etrafı duvarlanmış büyük bir hapishanede gerçekleştirmeye çabalayan Filistin halkının, anlamsız ve utandırıcı bir kardeş kavgasına sürüklenmesini çok acı, gayri insani ve saçma buluyorum.
Uzun yıllardır özgürlük, dayanışma ve kurtuluş peşinde mücadele veren ve altyapısı maneviyat olan bir halkın farklı görüş ve anlayışları daha iyi tolere etmesi gerekir.
Ortak insani paydadan, insan hak ve hukukundan, adaletten yoksun bir rekabetin kime dokunacak yararı? Yakışır mı bu hiçbir insani topluma?
Bu kavşakta eleştiriden yardım almak için bağırmamız gerekir. Kimse büyüyemez sekterlik içinde.
“Bir kenti bir bombanın şarapnelinden” koruyamayan bir “bayrak” istemek; yeryüzünü, rüzgarları, doğumu ve ölümü bilmeyen bir “polis”i istemek; “küller üstünde egemenlik” istemek, tek başına yeter mi bizlere?
“Kendi ruhumuzun, sürekli değişen varoluşumuzun efendisi olmadan”, sağlıklı ve sürdürülebilir ne gerçekleştirebiliriz?
Başvurulan eylem biçimlerine gelince: Direnme hakkı, her insanın ve toplumun olduğu gibi Filistinli’lerinde hakkıdır.
Ancak, bir direniş “kendi ahlaki/moral üstünlüğüne” gölge düşürecek hiçbir “terör” ve benzeri girişimde bulunmamalıdır.
“Kurban”ı ayakta tutan, davasının ve onun savunma yöntemlerinin adilliği ve ahlakiliğidir, bence.
Evet: İnsanın “melek” olmadığını anlaması epeyi vakit gerektiriyor.
Dünya Nereye Gidiyor
SY: “Dünya nereye gidiyor” sizce? Pek zalimleşti. Çivisi çıkmışa benziyor. Yoksa hep mi böyleydi?
Ne dersiniz?
Kızılderili İnsanın Söylevi şiirinizde haykırıyorsunuz, acıyla:
“… Ve ölümler ve koloniler var, ölümler ve buldozerler,
ölüm ve hastaneler, ölümler ve radarlar…
Ey Beyazların Efendisi! Nereye götürüyorsun
benim halkımı ve seninkini? Yeni Roma, teknolojinin
Spartası ve çılgınlığın ideolojisi…”
Sizce, nereye götürüyor bizi bu vahşi efendiler?
Daha başka, daha iyi, daha insani bir dünya mümkün mü sizce? “İhtiyacı nazik bir kalp, bir kurşun olmayan” Beyaz Laleler Düşleyen Askerler ne zaman gelecek?
Bir şiirinizde:
“Nereye gitmek zorundayız, son sınırlardan sonra,
Nereye uçmak zorundadır kuşlar,
Son gökyüzünden sonra?”
diyorsunuz.
Var mı gidecek bir yer “son sınırlar” ve “son gökyüzünden” sonra?
“Tutunmaya” ve “direnmeye” birinci önem veriyorsunuz hep.
Büyük Nazım: “Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi” diyor.
Siz ne diyorsunuz? Gelecek “belirlenmiş” midir yoksa olumsal mı? Yani bizim kararlarımıza, özgür irademize bağlı bir şey mi?
Edward’a Veda şiirinizde, dostunuz E. Said’e şöyle dedirtiyorsunuz: “Eğer ölürsem senden önce, vasiyetim: imkansız olandır”.
Sizin vasiyetiniz nedir?
MD: Dünyanın pek sağlıklı ve iç açıcı bir görüntüsü, maalesef yok. “Kurban artık anonim, sıradan. Kurban gerçek gibi, görece”. Uygar(!) dünya da.
Kuşkusuz, daha iyi, daha insani, çok renkli, çok evrenli, özgürlük, barış ve dayanışma içinde bir dünya mümkün. Her zaman olduğu gibi, bugün de mümkün.
Bu insanoğlunun bitmez rüyası ve belki de en haklı, en meşru olanı, rüyalar içindeki. Hele biz şairlerin…
Dünyanın bugünkü “efendileri”, egemenleri, kendi sonlarını da hızlandıracak, bir aymazlık, hırs ve doyumsuzluk içindeler. Bunların tarihte çok örneklerini gördük. Onlardan neyin geriye kaldığı ortada. Garip bir varlıktır (belki de yokluktur) tarih. O’nun galibi. yoktur.
Gelecek elbette bir gün “Beyaz Laleler Düşleyen Askerler” . Bu inanç olmadan nasıl varolabiliriz şu her yanı kan ve gözyaşı dolu dünyada?
“İki sevgilinin, kendilerini yıkayan ay ışığındaki iniltisi olan barış gelecek bir gün!”
Bana göre, bugün bizim için temel olan: Tutunmak ve direnmektir. Tutunmak kendiliğinden bir zaferdir. Yeni yollar ve seçenekler bulup insanlığa sunmaktır.
Bir “başka” dünyanın mücadelesini vermektir. Yenilme, arda düşmekten yılmadan, yorulmadan. Ve “yarını hatırlayarak” ve “yenilginin bir çok babası olduğunun” bilincinde olarak.
“Son sınırlardan sonra” her zaman gidecek yer vardır. Hep olmuştur. Hayat, insani bir hayat, güzeldir. Hayat kutsaldır. Onun uğruna her tür çabaya değerdir.
Hafıza ve bir yol çantası arasında direnmekten, dik durmaktan, mücadeleden başka bir “yol” yoktur.
Ve asıl olan da “yol”dur.
Geleceğin “belirlenmiş” olduğuna inanmayanlardanım. Bir üstadın dediği gibi: “Olasının tüm alanını kavrayabilmek için olanaksızı/imkansızı düşünmek gerekir”.
Ben “imkansıza” inananlardanım. Benim de dostlarıma vasiyetim odur.
Hüthüt’te de:
“Ey kalp-annem, kızkardeşim, eşim
Dol dolaş hayatla, kucaklayabilmek için
İmkansızı”
diyordum.
Şairler Ne İçin Varlar
SY: “Şiir” ve “şairler”, sizce ne getirebilir bu “düşmüş” dünyaya?
Harmoni, sükunet, teselli, barış, yeni bir ufuk yada soluk mu?
“Neden savaşlar, önüne geçiyor şiirin”? sürekli.
Şiirsel Düzenlemeler’de: “… şiir yukarıdadır ve her ne isterse öğretebilir bana” diyorsunuz?
Doğru mu bu?
Heidegger, Şairler Ne İçin Varlar? da:
“Bu mahrumiyet, yoksunluk zamanında, bu dünyanın gece karanlığına bürünmüş anında;şairin görevi: hakiki bir dünyanın parlak olanaklarını tekrara görmemize yardım etmektir”,
diyor.
Bu görev, şair de olsa, bir faninin bir ölümlünün, tek başına üstlenebileceği bir şey mi sizce?
MD: Ben şiirin barbarlığa karşı direnebileceğine ve bunu da ancak, insanın kırılganlığına bağlılığını teyit ederek, yapabileceğine inandım. Hatta şiirin her şeyi, tarih dahil, değiştirebileceğine ve dünyayı insanileştireceğine bağlandım.
Ve belki bir yanılsama olan bu görüşün şairleri “müdahil” olmaya yönlendirebileceğine inandım.
“Nedenler” ne olursa olsun, yazık ki, savaşlar hala şiirin önüne geçmeye devam ediyor.
Şimdilerde şiir ve şairler hakkındaki yerleşik bu görüşlerimi, sürekli sorguluyorum. Ama bir şey kesin: şiir şairi değiştiriyor.
Evet. Doğru: Şiir öğretebilir her ne isterse, ama “ruhumu boşuna harcama” riskini üstlenerek ancak.
Heidegger burada meşru bir idealden bahsediyor. Haklı olarak onu dillendiriyor. Ve önemli uyarıyı da ekliyor: “Şairlerin bunu gerçekleştirebilmeleri için, kendilerini zamanın ya da günün idollerine bağlılıktan bütünüyle özgürleştirmeleri gerekir” diyor.
Şair Nasıl Bir Varlıktır?
SY: “Şair” nasıl bir varlık, ne tür bir ruh hali sahibi, nasıl sürdürür hayatını? Nedir onu diğer insanlardan farklı kılan?
Şair, W. H. Auden’in dediği gibi: “Her şeyden önce, dil’e tutku ile aşık olan” biri mi?
Yoksa R. Char’ın vurguladığı gibi: “Bir şair olabilmek için, sonunda neşe veren, belirli bir huzursuzluk, yürek sıkıntısı iştahına” mı sahip olmak gerekiyor?
Sadece şairlerin bildiği, şiirsel ağrılardan ve acılardan doğan bir keyif mi var?
Tuhaf halleri ve huyları olan birisi midir şair? Yoksa sıcak, dostça biri midir, “kollarına soğuk ve cansız şeyler” alabilen?
Doğuştan mı şair olunur, yoksa sonradan mı?
Görünmeyeni keşfetmek mi görevi? Yoksa var olmayanı icat mı? Dünyanın gizli güzelliğinin perdesini kaldıran mı?
Mutsuzluktan mı hoşlanırlar? Yada mutluluk ilgilendirmez mi onları?
Shelly’nin dediği gibi: “Karanlıkta oturup, tatlı seslerle kendi yalnızlığını neşelendirmek için öten bir bülbül müdür?”
Beyniyle mi, gönlü ile mi iş görür?
Gerçeğe bir yardımı dokunur mu? Nasıl?
O. Wilde’ın dediği gibi: “Gerçekten büyük şair, tüm varlıkların en az şiirsel” olanı mıdır?
Hayatını memnun başlatıp, çılgınlıkla mı bitirir?
Siz, bir şair olarak, nasıl bir ruh haline sahipsiniz şimdilerde?
MD: Şair’in nasıl bir varlık olduğunu ve ruh hallerini tanımlamak oldukça güç, hatta, belki de imkansız bir uğraş.
Değindiğin büyük ustaların işaret ettiği özellikler (dil tutkunluğu, huzursuzluk, yer yer sevimsizlik, mesafeli duruş, tuhaf haller, dost esrikliği..), kesinlikle, var bir şairde.
Bundan kuşkum yok. Ancak, bunların yanında, başka özellikler de var.
Öncelikle, şair, birey olarak tek bir kişilik, tek bir ruh sahibi değildir. O çoğul ve sürekli değişen ve çelişen bir insani varlık. Çok rengi, çok sesi, çok dünyası olan biri.
“Zaman” bağlamında da, şair hem dünü hem bugünü ve hem de yarını kavramaya, dillendirmeye çabalayan bir kişi. Yani çok zamanlı.
Şairin “mekanı” da çok farklı ve değişken. Aidiyeti, kimliği de, hem içinden çıktığı kültür ve yere, hem de dünyaya, evrene açık bir mekan. Diğer bire deyişle çok mekanlı.
Görünene de, görünmeyene de, eş zamanlı olarak, duyarlığı olan biri.
Yalnızlık onun ikametgahı. Büyük kitlelerle yada onların arasında bulunsa da, yalnızlığı ile asla yalnız hissetmez kendisini.
Duyarlılığı da, kırılganlığı da, tereddütü de daha yoğun ve daha etkin. Sezgileri daha dişil ve zengin…
Ayrıca, kendini sürekli yenileme ile yükümlü bir varlık.
Çok kez düzensiz ve dağınık; sıkça neşesiz olan ve neşeli olduğunda da ona inanılmayan biri.
Ve artık günümüzde şair ne “kahin”, ne de “kahraman olmak durumunda.
Bana gelince, henüz kendimi tam anlamış biri değilim. Belki de bundan kaçıyorum.
Anlayabildiğim kadarıyla, şimdilerde, iç dünyama, mahrem sorunlarıma, yalnızlığıma daha çok yönelik bir ruh halim var.
Kendimden ve özellikle yazdıklarımdan tatmin olmuş biri değilim.
Daha sade ve daha sahici, gözden uzak bir varlık olmak ihtiyacı duyuyorum. Ancak beynimi ve ruhumu yatıştırmam pek kolay olmuyor.
Son olarak şuna da değinmekte yarar var sanırım: Üzerinde konuştuğumuz özelliklerine rağmen, şair de, sonuçta, diğer insani varlıklar gibidir: Yaşar, sever, hastalanır, rüya görür, yer içer ve durmadan dolaşır…
Aşk
SY: Şimdi de “aşk”tan, insanoğlunun (belki diğer varlıkların da ) şu sürekli yakıcı, tedirginlik verici, gerilime sokucu halinden konuşalım mı?
“Gönüldendir şikayet, kimseden yoktur feryadımız” diyor şair.
Nedir aşk sizce?
Neden “ne onunla” nede “onsuz” olunmuyor?
Aşk ve kadınların üstünüzdeki etkisi ne oldu? Sizin aşk serüveninizden biraz (arzuladığınız ölçü ve açıklıkta) bahsedebilir misiniz?
Kimdir o efsanevi “Rita”? Neden “Rita ile gözlerim arasında bir tüfek var” diyorsunuz?
Kendi mesafemle bile mesafeliyim demek nereden geliyor?
“Gerçek aşk sahip olunamayacağı sevmek” midir, gerçekten?
Aşk şairliğini hiç düşündünüz mü?
Aşk’a adadığınız Yabancı’nın Yatağı neden bu kadar geç geldi?
Neden “yabancı yabancıda buluyor kendini”?
Başlangıcından bu yana, şiirinizde açıkça gözlenen kadınsılığa, dişilliğe karşı derin duyarlılığınız nereden geliyor?
Bekliyor musunuz kadınınızı “gök mavisi bir fincanla” ve “yaşamıyor hiç kimse ikimizden başka” diyerek?
Platon, “aşk her dokunuşta herkesi şair yapar” diyor. Aşkı “kurucu ontolojik, biyo-politik bir güç olarak görenler var.
“Kadın ve erkek arsındaki aşk eylemi, bir toplumu en gizli ve saklanmış çehrelerine kadar özetler” görüşünü dile getirenler var.
Üstat Cami: “Dünyevi de olsa, aşktan sakın yüz çevirme!” uyarısında bulunuyor.
Sodome’da Bir Güzel’de:
“Hiçbir şey söylemedik aşka dair.
Hiçbir şey söylemedik.
Fakat ölüyoruz her an…
Neden öyleyse soluyoruz böyle, Her ikimiz de hatıralar gibi”
diyorsunuz.
Ve Rita’nın Kışı şiirinizde:
“Ve aşk ölüm gibidir
bir yemin kişinin reddetmediği…
ve bilmeyen, soluk vermeyen”
diyorsunuz.
Hüthüt’de :
“Bir sürgün yeridir aşkımız.
Bir sürgün yeridir gönüle”
vurgu yapıyorsunuz.
Bir başka yerde de:
“Kadının erkekte sürgünü
Erkeğin kadında sürgünü”
olarak niteliyorsunuz aşkı.
Uyuyan Bahçe’de:
“Seni seviyorum Rita…
Uyu, ben giderim
Nedensiz… giderim”
diyorsunuz.
Siz neden aşkı, sürgün, sığınma, ayrılık ve ölüm ile çok fazla yakın tutuyorsunuz? Mutlu, sürdürülebilir aşk olmayacağından mı? Yoksa, bu esrik, coşkulu, yüksek tansiyonlu halin doğası sürgün ve ölüme yakın olduğu için mi?
Mezmurlar’da:
“Akdeniz’in kıyılarını kucağında tutan…
Asya’nın bahçelerini omuzlarında taşıyan…
Ve tüm zincirleri kalbinin dibinde saklayan”
biçiminde nitelediğiniz bir “Kadın” peşinde misiniz?
Siz, “aşktan önce” sevenlerdensiniz galiba?
MD: Aşk’a inanan, onu çok ciddiye alan, onda ontolojik bir öğe gören biriyim. Aşkın ve kadınların üzerimde derin etkisi oldu. Hayatımın belirli dönemlerinde aşkı, tüm cefası ve sefası ile, coşkunluğu ve kırılganlıklarıyla yaşadım.
Bakarsın Koca Nazım gibi altmışlı yaşlarımda da yaşarım aşkı tekrar! Kim bilebilir?
“Aşka dair şeyleri daha çok bilenler daha çok şaşkındırlar” bu konuda. Aşkın nasıl doğduğu, nasıl sürdüğü ve tükendiği bir muammadır, bir bilinmezdir: “Sonu yoktur aşkın. Gelip geçen, sürekli bir gelip geçenle evlenen” .
Aşk belki bir rastlantıdır. Belki arzunun işidir. Duygusal çekimdir belki. Tüm bunlar romansı yaratıyor olabilirler.
Aşkın bazı kendi koşulları vardır: Aşık, en azından bir ölçüde, kabullenilmelidir. Aç, susuz bırakılmamalıdır. Aşk’ta tam bir eşitliğin bulunmadığı doğrudur. Ama aşık az çok arzulandığını hissetmelidir.
Aşk belki dostluk gerektirir, “kapsayabilmek için iki ayrı varlığın farklılık ve kendilerine dönüklüklerini”.
Aşk, tereddüt ediyorsunuz demektir. “Aşk çelişkili bir moment” dir: “Mutlağa yönelir, ancak mutlak imkansız”dır.
Aşk görünmezin kuşudur. Çok ağır bir uğraş, baş edilmesi güç haldir.
“Şaşırtır beni, aşkı bilipte onu hala sevenler” zaman, zaman.
Benim aşk serüvenime gelince: İlk ciddi ve büyük aşkımı Hayfa’da Musevi bir genç kadınla yaşadım. Annesi beni kabul etmiş, babası etmemişti.
1967 savaşı aramıza girdi. Bu savaş bir çok Arap ve Musevi erkek-kadın arasındaki duygusal bağları acımasızca kopardı.
“Rita ile gözlerim arasındaki tüfek” deyişim, bu durumu vurgulamayı amaçlıyor.
“Rita” benim şiirimde bir Musevi kadındır ve kesinlikle bir sır değildir.
Rita bir takma addır. Fakat özel bir kadına aittir. “Rita” adı, içinde kuvvetli bir arzu taşır. Güçlülük taşır. Zayıflık, kırılganlık taşır. Ve mesafe taşır.
“Kendi mesafemle bile mesafeliyim” demem belki biraz buradan ve belki de benim karakterimden geliyor. Her nereden geliyorsa; b u beni önemli ölçüde ayakta tutuyor ve üretkenliğimi sürdürmeme yardım ediyor…
“ Gerçek aşk sahip olunamayacağı sevmek” değil midir?
“Aşk şairliği” işine gelince: Maalesef aşk şairi değilim. Keşke olabilseydim. İlk şiirlerim aşk üstüneydi. Bir çok genç şairde olduğu gibi. İçinde yaşadığımız tarihsel koşulların bu olanağı, aşk şairliğini, bir gün bana vereceğini umut ediyorum.
Aşk’a giden yolum şiirdir benim. Aşk şiiri, şiirlerin en güzeli olduğu inancındayım. Asla tükenmez aşk şiiri.
Aşk şiiri, kültürel direnişin kişisel, mahrem bir boyutudur. Aşk üstüne yazabilmek, varoluş, ölüm ve ötesi üzerine yazabilmek gibi kimliğimizi güçlendirir.
Yabancı’nın Yatağı’nın geç geldiği doğrudur. Ancak bu kitap gerçekten aşk üstünedir. Ona adanmıştır. Burada kadın “sembolik değildir. Kadına insani varlık olarak yaklaşılır bu şiirde, herhangi bir şeyin sembolü olarak değil.
Bu eserde, birbirine “yabancı” olan bir kadınla bir erkeğin diyalogları yer alır. “Yabancı” olma duygusu diyaloglara merkez oluşturur.
Şiirimde kadınsılığa, dişilliğe karşı gösterilen duyarlılık, kadına, dişil olana karşı duyduğum derin sevgi, saygı ve yakınlığın bir göstergesi olsa gerek.
Bu belki de kadını şöyle görmemden de kaynaklanıyor:
“Ben bir kadınım, tamı tamamına. Yaşarım hayatımı
geldiği gibi…. Ve görürüm gördüğümü olduğu gibi…
Ağlarım sebepsiz ve severim seni, olduğun gibi. Ne çıkar
için, ne karşılıksız… Ne bir toprağım, ne de bir yolculuk. Ben
kadınım. Ve yorar beni, dönüşümü dişil ayın…”
Evet: Bekliyorum ve hep bekleyeceğim kadınımı. “Telaş etmeden… Dağlar için eğitilmiş bir atın sabrıyla”.
Aşkı sürgün ve ölüm ile işlemem konusuna gelince: Bunun nedeni çok açık değil bende. Belki, benim kişisel ve halkımın toplumsal tarihinden gelen yönleri var.
Belki de aşk, ancak bu güçlü bağlamda anlaşılabilecek ve dillendirilebilecek bir şeydir. Tam olarak bilemiyorum…
Nasıl bir “kadın” peşinde olduğuma gelince: 1970’lerde öyle hissediyordum Mezmurlar’da. Artık ufkum biraz daha genişledi, daha evrenselleşti… Akdeniz’i ve Asya’yı merkez’de tutarak, diğer coğrafyalara da açıldı…
Evet: “Arzularım arzu edilebileni, severim aşktan önce” ben.
Ölüm
SY: “Ölüm” size ne diyor? Şiirinizde ve düzyazınızda önemli bir yer tutuyor ölüm. Kulağa paradoksal gelse de, insana, hayata yazılmış bir requiem havası veren Cidariyyat’ınız da destanlaştırdığınız “ölümle” aranız nasıl?
Size korku, ürperti veriyor mu? Onunla bir barışa varabildiniz mi, sonunda?
Ölümün şiiri yada şairliği olur mu?
Kişisel deneyiminizden kaynaklı ve ilk kez Beyrut’ta 7000 kişinin önünde, güçlü soluğunuzla (ki bu soluğu bazıları Louis Armstrong’un trompetine benzetiyor) okuduğunuz 60-70 sayfalık, uzun şiir formundaki bu, bir tür otobiyografik nitelikli eseriniz Cidariyyat nasıl doğdu? Ne anlatmak istiyor?
R. Char: “Şikayet etme, ölüme ölümlülerden daha yakın yaşıyorsun diye” sesleniyor.
Siz de mi böyle hissediyorsunuz? Ölüm sizin için “ruhlar için biçim ve yer değişimi midir”?
Bu İlahi şiirinizde şöyle diyorsunuz:
“Ne söyler hayat Mahmud Derviş’e?
Yaşadın, aşka düştün, öğrendin ve sonunda
Seveceklerinin tümü artık ölü.
Bu ilahide bir düş kurarız… fakat yaşayakalacağız
çünkü hayat hayattır”
MD: Evet. Ölüm… İşte geldik insanoğlunun şu en baş edilmez ve çetrefilli sorununa. Ben eserlerimde, değişik dönem ve bağlamlarda ölüm üstüne eğildim, onun üstüne yazdım.
Ama bu çabalarım, ölüm sorununun kökenine derinlikli olarak ve tümüyle gitmeden gerçekleşmişti. Acaba gidilebilir mi?...
Bu konudaki en kapsamlı girişimim, şiirim Cidariyyat’da oldu.
Ölüm sorununa iki açıdan yaklaşılabilir. Birincisi, “dinsel” açıdan: Burada ölüm, geçici, fani olan bu dünyadan, sürekli, ebedi olan öteki dünyaya bir geçiş olarak algılanır. Yok olmaya mahkum olandan, “sürdürülebilir” olana bir kapı misali.
İkinci yaklaşım “felsefi” olandır: Burada ölüm, bir oluş biçimi, gelişim şekli olarak görülür. Hayat ve ölüm diyalektik bir ilişki içinde algılanır.
Cidariyyat, kişisel bir deneyimimin (kısa süreli ölümü tatmamın!) sonucu; konu üzerinde daha derinlikli düşünmem, ve bu alandaki eski metinleri (Gılgamış Destanı dahil) yeniden gözden geçirmem sonucu doğdu.
Ölümle yaşadığım bu deneyim, bana bir çeşit otobiyografik türe uygun bir olanak sundu. Ölüm anında insanın tüm hayatı, bir film şeridi gibi, gözlerinin önünden gelip geçiyor.
Ben bunu bire bir yaşadım. O şiirde adı geçen kişileri karşımda gördüm. Al-Ma’arri’yi, Heiddeger’i, R. Char’ı…
Bana göre, Cidariyyat, temelde ölümden çok hayata odaklıdır (en azından benim niyetim buydu!) O şiir hayatı yüceltir. “Hayatın bir hazinedir, yaşa onu zengince” der. Hayat’a yakılmış bir tür ezgidir. “Yaşa hayatını, sevilen bir kadın gibi. Hayat senin bedenindir” der.
Ölüm ile mücadele, ölümün kendisinden daha zor, kuşkusuz. Tüm bu deneyimlerden çıkardığım önemli sonuç şudur: Hayatın bize bağışlanan çok güzel ve güçlü bir hediye olduğudur. Ve süresi kısa olduğu için, yoğun, coşku içinde ve paylaşılarak yaşanması gerektiğidir.
Sonsuz, “ebedi hayat” konusunda, çok eski zamanlardan bu yana, elimizde fazla bir şey yok, farklı dinsel inanç ve arayışlar dışında. Bir şair olarak, bu alanlara fazla karışmak, bulaşmak istemem.
Esas olan: Hayat ile ölüm arasındaki mücadelede hayatı seçmektir. Çünkü o buna fazlasıyla değer. “Akışkandır hayat”, damıtmak gerek onu, belki?
Ölüm bana korku yada ürperti vermez. Üstelik “Ben benim değilim”.
Onula barışa varmaya gelince: Bu her babayiğitin becerebileceği bir şey değil sanırım.
Ölümün şiiri ve şairliği tabii ki olur. Üstelik ölüm şiire büyük olanaklar sunar, aşkın sunduğu gibi.
Ruhlara inananlar yada onlara sığınanlar için, “bir biçim ve yer değiştirme”nin ötesinde, ne olabilir, ölüm? Aksi halde nasıl tahammül edebilirler onunla yaşamaya?
Evet, doğru: “Yaşayakalacağız, çünkü hayat hayattır”.
Ölüm ve Sanat İlişkisi
SY: Ölüm ile “sanat” ve “edebiyatı” nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
“Ey ölüm! Yendi seni tüm sanatlar, Tuzağa düşüremezsin ölümsüzü” diyorsunuz.
Buna gerçekten inanıyor musunuz? Kolay mı buna inanmak?
MD: Sanat, bu dünyadaki varlığımızı, bulunmamızı ve “ebedi/sonsuz olma” yanılsamamızı meşrulaştıran bir şeydir.
Evet! “Ebedilik” bir yanılsamadır. Ama, bence insanoğlunun bu yanılsamaya ihtiyacı vardır.
Ölümün sanat tarafından tümüyle “yere serildiğine” inanmıyorum, elbette. Ancak, ölüme takmamak için, onun varlığı ile fazla tasalanmadan birlikte yaşamak için, buna inanmak gerekiyor. Aksi taktirde, yaşamak, ilerlemek çekilmez olur, olanaksızlaşır.
Yeniden Başlamak Olanaklı Olsaydı…
SY: Yeniden Başlamak Elimde Olsaydı şiirinizde:
“Yeniden başlamak elimde olsaydı, aynı seçimi yapardım.
Eğer geri dönersem, aynı güle dönerim ve aynı adımları izlerim”
diyorsunuz.
Geçmişe dönüp, hayatınızı yeniden yaşamaya başlasaydınız, neleri ve nasıl daha farklı yaşamak isterdiniz?
MD: Yeniden başlamak olanaklı olsaydı: Daha çok aşk şiiri yazardım.
Soyut’a, soyutlamaya daha çok yönelirdim.
Hayat ile siyaset ayırımını daha iyi yapardım.
Bugün yaptığım gibi, mesafelerimi, aralıklarımı koymaya ve onları korumaya daha çok dikkat ederdim.
Kendime daha çok zaman ayırırdım. Sosyal ilişkilerde ve seyahatlerde daha az vakit harcardım.
Daha çok müzik, daha çok kendimi ve has dostlarımı dinlerdim.
Kendi öz eleştirimi daha iyi yapardım.
Sağlığıma daha çok dikkat ederdim.
Ve hiç pişmanlık duymadığım, geçmişteki kişisel, sanatsal, toplumsal hayatımı ve mücadelemi aynen sürdürürdüm.
Evet: “Aynı güle döner, aynı adımları” izlerdim.
Ben Kimim?
SY: Kimsiniz siz “yabancının gecesinden sonra”?
“Yeterince dünlerim oldu; bir yarın’a dır ihtiyacım” diyorsunuz.
Nereye doğru, hangi limana doğru yol alıyorsunuz? Nerede “sizin neredeniz”?
“Başlangıçlarım ben/Bitişlerim ben”e devam mı?
Yolculuk başlamadı mı, yoksa “henüz yol bitmedi” mi?
Varoluşsal sorunlara “kültürel çözümler”, kişisel sorunlara “kolektif çözümler” yoktur, diyorsunuz.
Bu deyiş bir kara kötümserliğe işaret olmasa gerek sizin dünyanızda. Sürekli arayışa ve açık uçluluğa mı vurgu yapıyorsunuz?
MD: Hala bilmiyorum… “Cevaplamak istemiyorum henüz”. Araştırmaya ve yola devam ediyorum.
Evet: Devam ediyorum ve kararlıyım: “Ağır ağır ve zahmetle yürüyeceğim bu sonsuz yolu, onun ve benim sonuma kadar”.
Şimdilik, düşünce ve duruşum bu. Ve “Ben kimim? Ben kimim?” sorusunu hiç yanımdan ayırmıyorum.
“Çözümler” konusuna gelince: “İstemiyorum doğru bir cevap, doğru bir soru istediğim kadar.” Benim için asıl olan sorulardır. Cevaplar, çok kez, sınırlandırıcıdır. “Son istasyon” gibidirler. Bence yolumuzun önünü açacak olan iyi sorulmuş sorulardır.
Ben toprağı dayanıksız buldum, ve denizi hafif; dilin ve mecazın yeri bir yere dönüştürmeye yetmediğini öğrendim… Dünya üzerinde yerimi bulamayınca, onu Tarih’te bulmaya giriştim… Tarih’in buna indirgenemeyeceğini anladım…
Cevabın hiçbir önemi yok burada. Benim için önemli olan şey daha büyük bir lirik kapasite bulmamdır. Görece olandan, mutlak olana geçiş, ulusal olanı evrensel olanın içine kaydettirebilmem için bir açılım. Filistin’i Filistin ile sınırlandırmamak, fakat onun estetik meşruiyetini daha büyük bir insani alanda kurmaktır…
22 Aralık 2009 Salı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)