Bu Dünya’dan Mahmud Derviş de Geçti
Bu dünyadan Mahmud Derviş de geçti.
“Ağır ağır ve zahmetle yürüdü bu sonsuz yolu, sonuna kadar”, kalbi durana kadar. Hangi kalp dayanabilirdi ki onun hayatına?
Filistin’in “efsanevi” oğlu göçtü dünyamızdan, hiç sevmediği bir Ağustos ayında, “mecnunu” olduğu toprağından çok uzaklarda, (Amerika Birleşik Devletlerinde), kişisel adreslerinin birinde: “bir yoğun bakım odasında”. Bitti artık “sürgün”…
Filistin halkı, gür, dirençken, derin, insani sesini ve yılmaz sözcüsünü kaybetti.
Son yüzyıl içinde, bitmez tükenmez acılar, baskılar, sürgünler, yoksunluklar içinde yaşayan bu halk, en büyük moral varlıklarından birinden daha mahrum kaldı. 2003 yılında kaybettiği Edward Said’den sonra.
Çağdaş Arab şiirinin bu eşsiz temsilcisi, aynı zamanda, dünya şiirini de büyük ölçüde yetim bıraktı.
Mahmud Derviş’i ilk kez 1970’li yılların başlarında tanımaya başladık. O dönemde gerçekleştirilen sınırlı çeviriler aracılığıyla…
Sürekli geliştirdiği şiiri, 1980’li yılların ortalarından itibaren, dünyanın bir çok coğrafyasına ve diline ulaşarak, çoktan hak etmiş olduğu yeri kazandı.
Mahmud Derviş’ten çok şey öğrendik:
Başta iç-sürgün olmak üzere her tür sürgünü; yersiz-yurtsuzluğu; kökeninden koparılmışlığı; sürekli kuşatma, işgal ve baskı altında olmanın ne demek olduğunu; tarihsel, kültürel, kişisel ve kolektif geçmiş üstüne derinlemesine düşünmeyi; insanoğlunun, insanlık tarihinin çok evrenli, çok boyutlu ve renkli varlığı üstüne eğilmeyi; Filistin’i insanlık durumu için bir metafor olarak kullanmayı; toprak tutkunu olmayı (mecnun el-turab’ı); direnmeyi; hayata bağlılığı; derin aşkı ve dostluğu;; ölümü ve hallerini; gelenek ve günü ustaca bağdaştırmayı; bu dünyalılığı; sürekli soru sormayı ve arayış içinde olmayı; geniş ve açık ufukluluğu; insan onuruna ve tüm varlıklara saygıyı; alçak gönüllüğü; tenhada yaşamayı; her tür iktidara karşı, her koşulda üstlenilen örnek aydın duruşunu; doğru bir cevaptan çok doğru bir soru sormayı…
Kuşkusuz Derviş, bugün olduğu gibi gelecek kuşaklar için de, hayatı ve eserleriyle, önemli bir referans olacak, “kuşların ritminde” sağ kalacaktır.
Bir çok ortak dosta, karşımıza çıkan olanaklara rağmen, ben Mahmud Derviş ile ilk kez 2003 yılının sonbaharında (onun en çok sevdiği mevsimde) İstanbul’da karşılaştım.
Uluslararası Nazım Hikmet Ödülü’nü almak üzere gelmişti. Geleceğini ortak dostlarımız bildirmişti. Ben de kendimi biraz hazırlamıştım. Kendisiyle üç gün üç gece (daha çok geceleri), elimden geldiğince, onu misafir etmeye çalışarak, birlikte olduk.
Bu süre içinde, yoğun, dostça ve içtenlikle çeşitli konuları (biraz daldan dala atlayarak) içeren sohbet ve söyleşilerde bulunduk. Özetle şöyle şeylerden konuştuk:
Otobiyografik yazımdan; Derviş’in zengin, hareketli ve çok ilginç hayatına rağmen, kendisinden bahsetme konusundaki çekimserliğinden, geri durmasından, “hayatının eserinde okunmasını” tercihinden; Yazar’ın hayatı ile eseri arasındaki ilişkiden;…
1942’de Celile’nin bir köyünde doğumundan, altı yaşındaki Lübnan’a ilk sığınması ve ardı arkası gelmeyen sürgünlerinden…
“Sızmacı”, “sığınmacı”, “var-yok”, “göçmen” konumlarından; Hayfa günlerinden; ilk siyasal mücadeleleri, çalışma hayatı, dergiciliği, gazeteciliği ve ilk gerçek ve büyük aşkından (bir Musevi genç kadına duyduğu ve “Rita” takma adı ile dillere destan kıldığı)…
Hapishane hücrelerinden, “ev”den dışarı çıkma yasaklarından, bitmez tükenmez göz hapislerinden; 1970 başındaki Moskova macerasından ve orada düştüğü şaşkınlıktan; Bunu izleyen Kahire günlerinden, Nil sevdasından, Al-Ahram’da Necip Mahfuz dostluğundan…
1972-1982 yıllarını geçirdiği, “sevdalısı”, “hastası” olduğunu söylediği ve nedenini kendisinin de çözemediği Beyrut durağından; acılar, amansız kayıplar ve sonunda Tunus’a sürgünlükle biten (ve Beyrut Kasidesi ile taçlandığı) günlerinden;
Kısa Tunus istasyonundan ve oraya göçerken ve orada yaşadığı ve tanık olduğu “Filistin acısından” (tüm Filistin kurtuluş hareketi ve devriminin bir gemiye sığdırılıp denize açılmasından, Tunus’ta deniz kenarında bir otele kapatılmasından)…
1980’lı yılların ortalarında, sürgün olarak, yerleştiği Paris kentinden ve bu kozmopolit kentin hayatına ve eserine katkılarından…
1990’lı yılların ortalarında dönebildiği Ramallah (ve Amman) daki hayatından… Ağır yaşam koşulları ve kendisinin ciddi sağlık sorunlarına rağmen halkının yanında kalma, onun kaderini paylaşma tercihinden…
Bu dünyada Arap-Filistin’li olmak; İslami kökenden gelmenin nasıl bir hal olduğundan… Ailesinden ve özellikle büyük muhabbet duyduğu , güçlü karakteri ve hüznü ile kendisini ve şiirini etkilediğini düşündüğü annesi Huriyye’den… Babası Selim’in sakin, yumuşak , çilekeş toprak adamlığından… Tarihte anne’nin tekliğinden, “babaların” çokluğundan…
“Ev”den, yerleşmeden, bu çağda “kendini evde hissetmenin” olanaklı olup olmadığından… Sanat ve edebiyatın değişmez konularından biri olan, ev-yol, yolculuk sorunsalından… Dostluktan, yakın dostlarından ( E. Said, I. Ahmad, R. Hüseyin, F. A. Faiz, N. Mahfuz, F. Tekvan, Y. Ritsos, vb.) ve dostun ölümünden…
O’na göre bir “gizem”, “bilinmez”, muamma olan Şiirden; şiirin neyin peşinde olduğundan, nasıl doğup geliştiğinden, değişik coğrafyalardaki tarih boyunca ve bugünkü hallerinden…
Kendi şiirinden, nasıl doğup, ne tür bir evrim geçirdiğinden… Onu ilk etkileyen İslam-öncesi ve sonrası gelenek içinde yer alan şairlerden… Klasik Arap şiirinin onun üzerindeki etkisinden, özellikle Mutenebbi’ye duyduğu hayranlığından, Al-Ma’ari ve Abu Nuwas’tan…
Onu etkileyen, “usta” olarak gördüğü daha çağdaş şairlerden (Nazım Hikmet, Lorca, R. Char, Y. Ritsos, Neruda, A. Blok vb, T. S. Eliot, N. Kabbani, vb)…
Farklı din ve inançların Kutsal Metinlerine yakınlığından, bunları şiirinde kullanma maharetinden… Sufizme, sufi şiir ve nesre nasıl baktığından; şiirindeki dünyevi-mistik; ruhani damarı nasıl açıkladığından…
Kendisini hangi tarihsel ve kültürel mirasların mirasçısı olarak gördüğünden…
Şiirini nasıl inşa ettiğinden, onun mimarisinden, düşünce, duygu, sezgi ve eski şiir birikiminden ve benzerlerinden nasıl yaralandığından; Onun için şiirde anlamın, ilhamın, denemenin yerinin ne olduğundan; “Dava şairliği” ve siyasal şiire nasıl baktığından…
Şiirinin aşamalarından: ilk gençlik, direnişçi-devrimci, estetik, epik, lirik-epik v.b. dönemlerinden, giderek daha soyut, varoluşsal olana odaklı bir çizgi çizmesinden…
Şiir-nesir ilişkisini nasıl gördüğünden; Temel şiir konularının neler olduğundan ve özellikle “sürgün”, “toprak”, “tarih” ve “kimlik” alanlarına nasıl yaklaştığından…
Çeviri uğraşına nasıl baktığından, şiir çevirmenliğini nasıl değerlendirdiğinden…
Dil’in onun için öneminden, “ben kendi dilimim” demenin ne anlama geldiğinden…
Şiir seçkilerine nasıl baktığından…
Müzik ile ilişkisinden ve şiirindeki yerinden… “Yaşayan bir efsane” olmaya, ünlü olmaya nasıl baktığından ve bununla nasıl baş ettiğinden…
“Truvalı bir şairliği” üstlenmesinin, kaybedenlerin, sessizlerin sesi olmayı tercihinin ne anlama geldiğinden…
“Sürgün yazar/şair” olmanın ne getirip ne götürdüğümden; Çok sıkı ve çok yönlü bir okur olmasını nasıl açıkladığından; Aydın olmanın, aydınların onun için anlamından…
“Ödüllere” ve özellikle Nobel Edebiyat Ödülü’ne nasıl baktığından… Nazım Hikmet’te neler bulduğundan…
Diyalog’tan ne anladığından; Aşk’a, kadına, dişilliğe yaklaşımından ve bunun şiiri içindeki yerinden…
Ölüm’e nasıl baktığından; Ölüm-sanat/sanatçı ilişkisinden…
Filistin sorununa şimdi nasıl baktığından; Siyasete yaklaşımından siyasi deneyiminden…
Dünya’nın nereye gittiğinden; Bu gidişe karşı şiir’in ne yapabileceğinden…
Bugüne dek gerçekleştiremedikleri ve gerçekleştirdiklerini bugünkü gözüyle nasıl gördüğünden…
Bu sohbet ve söyleşileri, daha sonra bir araya gelerek biraz düzene koymak ve geliştirmek üzre sözleştik. Ne yazık ki bu emelimizi birlikte gerçekleştiremedik. Belki de, her ikimizin yarı-göçebe hayatı, buna olanak tanımadı. Kim bilir?
Mahmud Derviş, hoş endamlı, güçlü ve etkileyici bir görünüşe ve müzikalitesi yüksek bir sese sahipti. Titizlikle giyinmeyi sevdiği açıktı. Lacivert blazer ceketi; hafif gevşek duran gözlükleri ve onların arkasındaki parlak ve zekice bakan gözleri, sevecenlikle kuşku arasında sürekli yolculuktaydı sanki.
Hüzün ve kucaklayıcı bir gülümseme eş zamanlı olarak yüzüne yerleşmişti. İtici ya da cesaret kırıcı olmayan bir mesafesi vardı. (“Kendi mesafeme bile mesafeliyim” dememiş miydi?) Ciddi, demagojiden uzak, fakat ironisiyle de iyi donatılmış bir havaya sahipti. Hafif birisiydi, sevdiği “deniz” gibi.
Derviş, ışıkta, ortada değil gölgede ve tenhada durmayı seven biriydi. Bir direnişçinin onurluluğu ve örnek bir alçak gönüllüğün bileşkesiydi bir tür… Dostlarına sıcak bir yuva, anlamsız ilişkilere soğuktu. İyi yemek yemeyi, güzel şarabı ve kahveyi sevdiği açıktı. “Seviyeli sohbet” erbabıydı.
Kısaca o, hem Mahmud (övülmeye değer) hem de Derviş (alçak gönüllüğü ve yoksunluğu kabul eden) idi. Bir insanın adı ve soyadına bu denli yakışması da bir başka özelliğiydi.
Mahmud Derviş’i tanımak, kendisi ve eseriyle baş başa olmak, bulunmaz bir ayrıcalık kuşkusuz. Ancak onunla söyleşmek ve onun üzerine yazmanın belirli güçlükleri de var.
Öncelikle ve özellikle söyleşmede karşınıza çıkan güçlük: Derviş’in kişiliğinden, hayatı yalnız üstlenmesinden gelen içine kapalılığı, sıkılganlığı ve haklı olarak son dönem koşullarının ve sağlık sorunlarının getirdiği kısmi bezginliğiydi.
“Başlangıçların her zaman zor olması” gerçeğine bağlı kalarak yavaş yavaş açılması ve çiçeklenmesini beklemek gerekiyordu. Ben bu hali, meraklı ve zaman zaman ısrarlı “sosyalliğimi” takınarak bir ölçüde aşmaya çalıştım.
Daha temeldeki güçlükler ise şunlardı: Derviş’in çok yönlülüğü ve bir kalıba sığdırılamazlığı gerçeği; elli yıla yakın bir şiir serüveni, bu serüvenin geçirdiği aşamalar ve bunların yansımaları; halkının sanat, düşünce ve eylem adamlığını eş zamanlı olarak üstlenmesi, “moral hocalığı”, “sesi” ve ona umut taşıyıcı konumu; siyaset içindeki, gönülsüz de olsa, kaçınamadığı rolü; kültür-sanat-edebiyat alanında sürekli yüklendiği sorumluluklar; çok okuyup, araştırdığı sürekli kendini yenileyen güçlü birikimi; soyut ile somutu, tarihselle günceli sürekli harmanlaması; İlke ve inançlarına sarsılmaz bağlılığı ve ondan beklenenleri değil, kendi duruşunu sürekli savunması; “Truvalı şairliği”, yenilmişlerin, umutsuzların yanında olmayı seçmesi…
Mahmud Derviş’ten uzun yıllar boyunca yaptığım okumalardan (onlara tekrar eğilerek); O güzel üç gün, üç geceden bende kalanlardan (ya da kaldığını sandıklarımdan); Derviş ile yapılmış bir çok kapsamlı söyleşiden; üstüne yazılanlardan yararlanarak, söyleşi tarzında bir metin inşa etmeye çalıştım.
O değerli dosta büyük haksızlıkta bulunmadığımı umduğum bu metni; “Mahmud Derviş İle Bie Söyleşi Gibi” başlığı altında ikinci bölüm olarak aşağıda bulacaksınız.
İzleyen sayfalarda, kısaca, Derviş’in şiirsel gelişimini özetlemeye ve bu gelişime paralel olarak şiirlerinden, son dönemlerde kendisinin hazırladığı bir seçkisini temel alarak, örnekler sunmaya çalıştım.
Bu çabanın “bilimsel”, “eleştirel, “sanatsal” olmak gibi bir iddiası yoktur. Amacım, kendisini ve eserini sevip saydığım bir dosta, artık aramızda olmayan bir dosta, mütevazı ve gönülden bir saygı sunumumdur.
Mahmud Derviş’in şiiri, değişik aşmalardan geçerek gelişmiş, olgunlaşmış ve giderek özgün bir soyutluk kazanmıştır.
Bu şiir içtenliğini ve ufuk açıcılığını hiçbir zaman kaybetmemiş bir şiirdir.
Kendini tekrarlamayan, sürekli kendini yenileyen, öz eleştirisi ve “içeriden eleştirmenliği” güçlü bir şiirdir.
Gelenekten, bir yaratıcı gelenekler karışımından (epik, mitik, ritüel, ilahimsi, kehanetsel…), felsefeden, tarihten, evrensel olandan beslenen bir şiirdir.
Daha insani bir geleceği düşleyen, umutsuzların sesini dillendirirken, umut sunan bir şiirdir. İnsan onurunu, zengin iç dünyasını, ruhsal çatışma ve uçuşmalarını cesaretle ve ustalıkla ortaya koyan bir şiirdir.
Doğu ile Batı’yı, Kuzey ile Güney’i, eski ile yeniyi harmanlamış bir şiirdir.
Hep kendi dünyasını yaratmış ve ona bağlı kalan şiirdir. Derviş’in kapsayıcı, kendine özgü evreninde herkese yer vardır.
Bu şiirde genel bir “huzursuzluk” ve “kayıp duygusu” sürekli hissetirir kendini, ama hiçbir zaman umutsuzluğa düşmez. “Hayat hayattır,” coşku ile yaşanmalıdır der, O.
Bu şiir zengin sözcük, kavram ve mecazlara, çok güçlü bir dile sahiptir.
Hiç sükun bulmayan, yerleşemeyen, yetinmeyen, vazgeçmeyen, direnen bir şiirdir.
İçe bakışsallığı derin bir şiirdir bu.
İnsanoğlunun ve içinde yaşadığı toplumun tüm hallerini dillendirir.
Bu şiir “ekstaz’ın, vecd’in (esrimenin), bir girişimi” ve hepimiz için “belleğin kutularını” açan örnek bir çabadır.
Bu şiir, hem “kaybolmuş dünyaların” arayışının, hem de daha insani bir gelecek dünya arayışının sesidir.
Hep çoğuldur. Varlık-yokluk-varlık arasında seyreder durur. Hep özgürlük, kurtuluş ve özgünlük peşindedir.
Doğayı, tarihi ve tüm evreni kapsama alanı içine alır.
Sürekli arayış ve açılım içinde, hiç bitmeyen, “bitişlerin sürekli başlangıçla” olduğu, kapısı açık bir şiirdir.
Derviş’in şiiri haklı olarak aşağıdaki ödüllere layık görülmüştür:
- 1969 Lotus Ödülü (Afrika-Asya Yazarlar Birliği),
-1983 Lenin Barış Ödülü (SSCB),
-1993 Uluslararası Sanat ve Edebiyat Şeref Ödülü (Fransa),
-1994 Filistin Mahmud Hamchari Ödülü (Tüm Eserlerine)
-2001 Lannan Vakfı Kültürel Özgürlük Ödülü (ABD),
-2003 Uluslararası Nazım Hikmet Ödülü (Nazım Hikmet Vakfı-İstanbul/Türkiye),
-2004 Prens Claus Ödülü (Hollanda),
-2007 Bosna Stecak Ödülü.
Mahmud Derviş’in şiirinin güzergahı genellikle şöyle özetlenmektedir:
1960’da Kanatsız Kuşlar (Asafir bila Ajnika) ile başlayan ilk gençlik dönemi şiiri, klasik arap ve modern romantik şiirin yoğun etkilerini taşır.Derviş bu şiirle arasında hızla bir mesafe koyar ve gerçek şiiri, kendisinin olan sesini aramaya koyulur.
1964’te Zeytin Yaprakları (Awraq al-Zeytun) nın yayımı ile yeni bir aşamaya varır, Derviş’in şiiri. “Öznel tasaların ağırlığı” yerini büyük toplumsal sorgulamalara, Filistin halkının fiziksel ve ruhsal dönüşüm rüyalarına, yurt, kimlik sorunlarına ve uluslararası dayanışma alanlarına bırakır.
Bu dönem şiiri, bir kendiliğindenlik, içtenlik, müzikalite ve doğrudan mesaj iletmenin bir karışımı gibidir.
1966’da Filistinli Bir Aşık (Ashıq min-Filistin);
1967’de Gecenin Sonu (Akhir al-Layl);
1969’da Kuşlar Celile’de Ölür (Al-Asafir tamatu fıl Celil);
1970’de Uyanır Uykusundan Sevgilim (Habibati Tanhadu min Nawmiha) yayınlandığı bu yeni aşamada; Derviş, bir yandan “Direniş Şiiri”, “Devrimci Rüya” diye adlandırılan girişimin içinde yer alırken, diğer yandan, bu grupta yer alan diğer şairlerden farklı olarak, daha geniş bir insani ufuk sunan, Eski-Yunan, Orta-Doğu ve benzeri kültürlerin mit ve sembolleriyle bezenmiş, günlük olana epik bir boyut kazandıran, lirik romantizm ile devrimci çağrıyı harmanlayan, ahenk sadeliği ve duyumsallığı öne çıkaran bir şiir ortaya koyar.
1972’de yayımladığı Seni Seviyorum ya da Sevmiyorum (Uhibbuki aw la Uhibbuki); 1973’de yayımlanan şiirleri ve özellikle 1975’de yayımlanan Aşığın Sureti ve İntiharı (Tilka Suratuha wa haza Intihar’u Ashiq) ve 1977’deki Düğünler (A’rass)’de, Derviş kendi özgün şiir projesini yeni bir aşamaya taşır. Burada uzun şiir tercihi ve lirik ile destansının karışımı öne çıkar.
Sadece “dava”, “direniş” değil, evrensel insana yönelillik te kendini gösterir.
1983’de yayımlanan Yüksek Gölge’ye Övgü (Madih al-Zill al-Ali) adlı nehir şiiri; ve Denizin Övgülerinin Kuşatması (Hisar li-Madaih al-Bahr), 1984’de yayımlanan Beyrut Kasidesi (Qasidat Beyrut) eserlerinde Derviş; Beyrut-Lübnan işgali ve Filistin halkının katliamını ve yeni bir sürgüne gönderilişinin arka fonunda öldürmenin, yok etmenin, insanlığın bitmeyen göç, sürgün ve sığınmalarının varoluşsal boyutları üstüne ustalıkla ve incelikle eğilir.
1984’de Bu bir Şarkıdır, Bu bir Şarkıdır (Hiya Ugnhniya, Hiya Ugnhniya); 1986’da yayımlanan Azalan Güller (Ward Aqal) eserlerinde, Derviş Beyrut’ta iç savaş, işgal ve sürgün hayatı nedeniyle kesintiye uğrayan “yeni bir estetik arayış projesine” geri döner. İçsel arayışlara yöneliklik, metafizik, soyut sorgulamalar ve farklı şiirsel lirizimler arası diyalog arayışları, ve müzikal kompozisyonlu bir şiir bu dönemin belirli özellikleridir.
1990’da yayımlanan İstediğimi görürüm (Ara ma Urid) ve 1992 çıkışlı Onbir Yıldız (Ahada Ashara Kawkabann) da Derviş, uzun parça şiirler aracılığıyla insanlığın büyük trajik deneyimlerini dillendirir. Truva Savaşı, Moğol Barbarlığı, Amerikan Yerlileri’nin Soykırımı, Endülüsün Yazgısı’na güçlü göndermelerde bulunur. Ayrıca Filistin’in dünya üzerindeki yeri konusunda, kahraman-kurban ya da sade, basit insan sorunsalını irdeleyerek, kendi-kendini derinlemesine sorgular. Bu aşama, mahrem lirizm ile epik lirizmin ustalıkla uyumlandırılmasına tanıklık eder.
1995’de Atı Neden Yalnızlığa Terkettin (Limaza Tarakta al-Hisana Wahidann) yayımlanır. Burada da Derviş bir ilki gerçekleştirerek, şiirsel bir otobiyografi ile mekansal bir biyografiyi harmanlar.
1999’da Yabancı’nın Yatağı (Sarir al-Ghariba) gelir. Bu Derviş’in yalnızca aşka adadığı ilk eseridir. Artık “dişillik” burada Filistin için mecaz değildir. Somut olarak kadın, kadınsılık, kadın-erkek aşkı ve varoluşsal boyutları, “kadının erkekte sürgünü” ve “erkeğin kadında sürgünü” dillendirilir, burada. Bu şiirlerde Rilke benzeri bir incelik ve duyarlılık gözlenir.
2000 yılı Duvara Ait (Cidarriyye) ile açılır. Bu eserde Derviş, geçici bir ölüm yaşayan biri olarak, ölüme, hayata, aşka ve düşünceye odaklanır. İnsanoğlunun varoluşsal sorunlarını, tarihsel bir perspektifle (tüm insanlığı içeren bir biçimde) eşsiz bir ustalıkla, lirik ile epik olanı coşkun bir derin düşünce içinde eritip kaynaştırarak ortaya koyar. Ve T. S. Eliot’un Çorak Ülke (Waste Land) si ile boy ölçüşebilecek bir eser yaratır. Hatta Eliot’un Batı (Eski Yunan, Roma, Hıristiyanlık) temelli kaynaklarını aşar ve daha evrensel bir yaklaşım sergiler.
2002 yılında Kuşatma Altında (Halat Hisar) yayımlanır. Değişik tür şiir formlarının ve konularının arka planında İsrail’in 2002 zalim Filistin kuşatması yer alır. Derviş bu eserde, 1983 yılında yayımlanan Beyrut Kasidesi şiirine çok yönlü ve çok boyutlu yeni açılımlar getirir. Burada her tür şiir biçimine yer verir. Her şey sorgulanır: İktidarlardan, şaire, şiirden okura, aşka, çaresizliğe ve barışa dek…
2003 yılında Yaptıklarından Özür Dileme (La ta’tazer amma fa’alt) yayımlanır. 2005 yılında Badem Çiçekleri Gibi (Ka-zahr el-lawz aw ab’ad) yayımlanır.
Burada Derviş’in 1987’de yayımladığı Unutmak için Hatırlama (Zakira lı’ll Nisyan) adlı düzyazı-şiirini de unutmamak gerekir. Bu eserde korku duygusunu, şiddet ve yıkımı karşılamaya yönelik mükemmel bir çaba gözlenir. Bu çok sesli metin “bir kırık aynanın tekrar birleştirilmesine” benzetilir. Her sayfasında farklı yazım biçimleri bir aradadır: şiir, nesir, diyalog, mit, hikaye, edebi eleştiri, düşsellik vb.
Bu eser, “unutkanlığa ve tarihin tahriplerine karşı bir hatırlama eylemi, bir anıttır.”
Mahmud Derviş’in engin bir düzyazı birikimi de vardır. Katkıda bulunduğu ve bizzat kendi kurup yönettiği Al-Cedid, Al-Karmel v.b. gibi dergi yazıları, konuşma, bildiri ve benzeri yayımların yanı sıra, aşağıdaki eserlerin de yaratıcısıdır:
1971 Yurt Hakkında Bir Parça Şey (Shaya an al-Watan);
1974 Elveda Savaş, Elveda Barış (Wada’an ayatuha al-harb, Wada’an ayatuha al-Salam);
1973 Olağan Hüznün Günlüğü (Yawmiyyat al-huzn al-aadi);
1987 Durumumuzu Tanımlamak (Fi Wasf halatina);
1990 Mektuplar (al-Rasa’il) S. Al_kasım ile birlikte ortak eser;
1991 Gelip Geçen Sözcükler İçindeki Gelip Geçenler (Aabiroon fi kalamen aaber);
2006 Yokluğun Varlığında (Fi hadrat al-ghiyab).
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder